..........İşçi Sınıfı ve Ezilenler
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

İşçi sınıfı, dönem içinde, önceki yılların pratik ve moral kazanımlarla yetinmeyen savunma hattını ileriye taşıyan ve durumu aktif savunma yönünde zorlayan adımlar attı. Bunlar, ekonomik ve politik mücadelede işçi sınıfının içinde bulunduğu genel tabloyu değiştirecek çap ve düzeye evrilemese de örgütlenme, dayanışma ve direnme azmini geliştiren, moral yükselten, daha büyük kavgalara girişme isteği uyandıran bir rol oynadı.
Özelleştirmeye ve çoğunlukla sendikalaşmayı bastırmayı amaçlayan işten atma terörüne karşı direnişler, grev silahının yeniden kullanılmaya başlanması ve elde edilen kimi başarılar, SSGSS'ye karşı kampanya, İstanbul 1 Mayıs konusunda sergilenen irade ve iş cinayetlerine karşı mücadele, işçi sınıfı kadar ezilenlerin bütünü için de moral değeri yüksek gelişmeler oldu. Fabrika işgalleri, fabrika önü direnişleri, kent gösterileri, grevler, Ankara yürüyüşü ve eylemleri biçiminde gelişen direnişler ve yine değişik iş kolları ve değişik şehirlerdeki SEKA, Novamed, Tuzla tersaneleri, Yörsan örneklerinde görüldüğü gibi, işçi sınıfı ve ezilenlerin, direnen işçilerin taleplerini sahiplenmesi, onlarla omuz omuza durması, sömürenler-sömürülenler, ezenler-ezilenler saflaştırılmasına hizmet etti. Bu süreçler aynı zamanda tekil ve yalıtık direnişlerin yenilgisiyle karakterize olan, grevden uzak durulan önceki dönemin moralsizlik ve umutsuzluk atmosferini dağıttı. Başarma inanç ve ruhunu geliştirdi. Farklı örneklerde karşımıza çıktığı ve yakın dönemde Yörsan direnişi nedeniyle 1 Mayıs'ın Balıkesir yerine Susurluk'ta kutlanması şeklinde cisimleştiği üzere, işe geri dönme talepli eylemler, giderek birer politik protestoya dönüştü.
Tuzla tersanesi işçilerinin, sendikaları öncülüğünde iş cinayetlerine karşı yükselttikleri inatçı eylemler gündem belirlemekle, vicdani ve pratik olarak toplumsal bir saflaşmayı koşullamakla, hükümet ve patronları yetki barajını aşamamışlığına rağmen Limter-İş'i muhatap almaya zorunlu bırakmakla kalmadı, Şubat ve Haziran'daki havza grevleriyle meşru mücadelenin sınırlarını genişleterek ve grev yasasını hükümsüz kılarak ufuk ve yol açıcı oldu.
Dönemin belirli bir aşamasından, 2004'ten itibaren, İstanbul'daki 1 Mayıs kutlamaları, ileri bölükleri şahsında işçi sınıfının mücadele gücünü, kararlılık ve öncülük yeteneklerini yeniden gözler önüne serdi. 1 Mayıs ruhu, meşru mücadele bilinci ve demokratik haklarını kullanma iradesiyle, diktatörlüğün Abide-i Hürriyet prangasını kıran işçiler ve ezilenler, 2004'te Saraçhane'yi bir kopuş ilanına dönüştürdükten, 2005'te Kadıköy'ü yeniden 1 Mayıs kutlamalarına açtıktan sonra, 2007'den itibaren Taksim'i kuşatarak politik moral değeri yüksek gelişmelerin yolunu döşediler. Sergilenen mücadele kararlılığı ve yaratılan siyasi-manevi etki, 2004'te Abide-i Hürriyet'e sıkı sıkıya yapışan Türk-İş'i 2008'de Taksim kutlamalarının resmi ortağı haline getirmek, Hak-İş'i belirli bir kitleyle kendi başına 1 Mayıs mitingi düzenlemek, ayrıca her iki konfederasyonu, Taksim'in 1 Mayıs kutlamalarına açılması talebini desteklemek zorunda bıraktı. 2009 Taksim 1 Mayıs'ı bütün bu çarpışmaların yeni bir mevzisi oldu.
Abide-i Hürriyet'ten kopuş ve Taksim'i kuşatma süreci aynı zamanda güçlü bir saflaştırıcı ve büyük bir ayna oldu. Hak-İş'in ipliğini pazara çıkaran, Türk-İş içindeki ilerici ve sınıf duygusu taşıyan işçilerin yönetime karşı öfkesini yeni kesimlere yayan, EMEP önderliğinde kitle kuyrukçuluğunun alabileceği gerici biçimleri gözler önüne seren 2004 ve 2009 1 Mayıs'ları bunun en çarpıcı örneğini oluşturdu.
Son 3 yıldır kararlılıkla süren Taksim kuşatması, 1 Mayıs süreçlerinde siyasal ve toplumsal gündemi belirlemekle kalmadı, diktatörlüğün politik teşhirini, AKP'nin burjuva demokratikleşme bayraktarlığı maskesinin yırtılmasını ve kontrgerillanın '77 katliamının geniş yığınların gündemine sokulmasını sağladı.
1 Mayıs mirasına, işçi sınıfı şehitlerine sahip çıkma bilincinin yeni kuşaklara taşınması, ileri bölükleri şahsında işçi sınıfının ve genel olarak ezilenlerin mücadele azimlerinin, ileri gitme arzusunun ve başarma inancının pekiştirilmesi, yeni kent ve ilçelerde 1 Mayıs kutlama isteğinin uyandırılması ve Kürdistan'da daha güçlü biçimde gündemleştirilmesi, Taksim muharebelerinin diğer önemli kazanımları oldu.
Tüm bunlardan başka, seksenli yılların sonunda işçi ve ezilenlerin devrimci bölüklerinin, ağır devlet terörüne rağmen Taksim meydanına çıkmayı hedefleyen yasadışı kutlamalarından, 2000'li yılların sonuna doğru, işçi ve emekçi memur sendikalarıyla birlikte Taksim'in kuşatılmasına varan mücadele sürecinin bir kazanımı olarak, AKP hükümeti, 1 Mayıs'ı, önce "emek ve dayanışma günü", bir yıl sonra ise "tatil günü" ilan ederek, faşist 12 Eylül askeri cuntasının gasp ettiği bir demokratik hakkı tanımak zorunda kaldı.
İşçi sınıfı saflarında gelişen örgütlenme ve mücadele arzusuna karşın, bu süreçte toplamında sendikaların yeni üye kaydı, üye kayıplarının gerisinde kaldı. Öyle ki, gelinen aşamada devlet tekelleri dışındaki kapitalist işletmelerde sendikal örgütlülüğün yüzde 3-4'e gerilediği gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Türk-İş, özelleştirmelerin ardından şimdi de fazla üretim krizinin işten atma dalgasıyla eriyor. Tek tek bazı sendikaların prestijleri nispeten artmış ve DİSK "örgütlenme atağı" denemesine girişmişse de bunlar örgütlenmede anlamlı bir karşılık bulamadı. Şüphesiz ki, birinci AKP hükümeti döneminde büyük bir hız kazanan özelleştirme saldırısı, üye kayıplarında önemli bir faktör oldu. Sendikalar, grev, toplu sözleşme yasaları ve taşeronlaştırma gibi uygulamalar sendikal örgütlülüğü büyütmede ciddi engellere dönüştüler. Yine de işçi sınıfı saflarında gelişen örgütlenme ve mücadele arzusuna karşın sendikaların üyelik bakımından zayıflaması paradoksu mevcut sendikal krizin ifadesi ve ürünüdür. Denilebilir ki, burjuvazi çalışan işçileri, kronik işsizler ordusuna dayanarak adeta rehin almış, onlara örgütsüzlük, düşük ücret, sosyal hakların sınırlanması ve kötü çalışma koşulları boyunduruğu vurmuştur. Bu koşullarda, meşru mücadelenin tüm imkanlarını kullanarak, patronlar ve faşist rejim karşısında yaptırımcı bir irade olmak, işçilere güven veren bir duruş sergilemek, kimi ekonomik demokratik taleplerin kazanılmasını sağlayacak bir ağırlık oluşturmak gibi beklentilere cevap vermeyen sendikalar, işçiler nezdinde büyük bir güven ve saygınlık kaybına uğradılar. Sendikaya-sendikal örgütlülüğe güvenerek eylemlere girişme, sendikasının çağrılarına uyma, riskli mücadelelere atılma tavrı, yerini işten atılma ihtimali taşıyan tutumlardan uzak durma pratiğine bıraktı. Son senelerdeki gelişmeler, bu durumda köklü bir değişikliğe yol açmış değil. İşçiler mevcut sendikalardan vazgeçmiyor. Sendikayı avukatı görmeye devam ediyor, ne var ki, ona güvenerek meşru mücadelelere girmeye gönüllü olmuyor. Mesafeli durmayı yeğliyor.
Tekrar pahasına söylersek, işçilerin gücüne, birleşik savaşımına, emekçiler ve ezilenlerle karşılıklı desteğine dayanmayan, meşru mücadeleler zemininde yükselmeyen sendikacılık tarzı üye kitlesini büyütmesinin önündeki engelleri yerinden kıpırdatamadığı gibi, mevcut üyelerini harekete geçirmede de güçten düşmüş bulunuyor. Faşist yasaların kronik işsizler ordusunun, emperyalist küreselleşme politikalarının (taşeronluk vb.) cenderesinde ufalanıp iradesizleşiyor. Sürmekte olan fazla üretim krizi, tabloyu daha da ağırlaştırıyor.
Geride kalan dönemde, on milyonu bulan sigortalı ve sigortasız işçiler kitlesi içinde komünist devrimci ve ilerici işçiler, tek tek fabrikalardaki ve havzalardaki çeşitli mücadele süreçlerinde öncü ve önder bir pratik sergilediler. Bu kesimlerin yönetiminde olduğu sendika şube ve merkezleri, konfederasyonlar ve diğer sendikalar üzerinde ileri itici bir basınç oluşturabildiler. Yine bu etki, politik, iktisadi ve toplumsal nitelikteki gösterilerde, mitinglerde ve değişik türden eylemlerde devrimci ve antifaşist partilerin, grupların saflarında yürüyen işçiler nezdinde de kendini ortaya koydu. Mesele bunun sınırlılığıdır. Gerek politik, gerekse de sendikal çalışmalar, sınıfın ezici çoğunluğuna ulaşamıyor. Doğru araçlarla müdahale edilmesi gereken çok geniş bir alan var. Bunun bir bölümüne semtlerden, bir bölümüne de tek tek fabrika ve işletmelerden, bir bölümüne ise yaratılacak genel siyasi ve moral etkiyle ulaşılacaktır.
Kavranması gereken ana halka ise şudur: emperyalist küreselleşme politikalarının toplumsal sonuçlarıyla üst üste binen fazla üretim krizinin, sendikal örgütlülüğü en geri noktaya savuracağı, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyice kötüleşeceği bir süreçte, işçi sınıfı saflarındaki politik ve sendikal çalışma ve örgütlenmenin aynı omuzlarda yükselmesi fırsatı doğmaktadır. Şayet durum doğru değerlendirilir ve şartlardan uygun biçimde yararlanılırsa, işçi sınıfının devrimci ve demokratik (sendikal) örgütlülüğünün geliştirildiği, işçi sınıfının kendi dışındaki emekçilerin ve ezilenlerin talep ve özlemlerini sahipleneceği toplumsal savaşım bayrağını yükselteceği bir dönemin kapısı aralanabilir. Geride kalan yılların başarıları ve yarattığı etkiler işçi sınıfı içinde bunun dayanaklarını hazırladı. Şişli Abide-i Hürriyet'te kuşatılmaktan Taksim'i kuşatmaya varan ve Türk-İş'i bile peşinden sürükleyen gelişmeler, bağrında gerekli dersleri taşımakta ve işçi sınıfı saflarında biriken enerjiyi gözler önüne sermektedir. Emekçi memurlar, işçi sınıfından farklı olarak yüksek bir sendikal örgütlenme düzeyine sahip oldukları halde, dönem içinde, işçilerin örgütlenme ve mücadele azmini bileyen, morallerini yükselten tipte kazanımlar elde edemediler. "Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı" talebi bir yana, ücretler, sosyal haklar, idari baskılar (sürgün vb.) konularında da hükümetin ve devletin zorbalığına adeta boyun eğdiler.
Emekçi memurların ilerici, antifaşist, yurtsever ve devrimci kesimlerinin örgütlü olduğu KESK, meşru mücadele hattında gücünü seferber etmek yerine etkisiz protestolara, idare-i maslahatçı bir çizgiye saplandı. "Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı" talebi için kazanma inanç ve kararlılığının açıkça görüldüğü bir süreç geliştirememesi, "ortak çalışanlar yasası" istemini adeta rafa kaldırdı. Ücretlerle ilgili görüşmeler sorununda protestocu, biçimsel tepkilerle yetinerek sahip olduğu gücü ölü bir ağırlık haline getirdi. Örgütlenme enerjisi zayıfladı. Bir dönem genel grev çağrılarına üyelerinden üç kat fazla emekçi memurun cevap verdiği KESK'in yerini kendi üyelerini bile harekete geçirmede zorlanmaya başlayan, kimi iş kollarında yetkisini gerici-şoven Türk Kamu-Sen'e kaptıran bir KESK aldı. Aynı dönemde, Türk Kamu-Sen ve hükümet destekli Memur-Sen ise örgütlülüklerini yaydılar. Üye sayılarını gözle görülür biçimde arttırdılar. Yapıları itibariyle her iki konfederasyon da emekçi memur hareketinin prangası oldular. KESK, işyeri örgütlemesindeki sevk ve idare kaybının yanı sıra, emekçi memur talepleri temelindeki kararlı mücadelesiyle üyeleri dışındaki emekçi memur kitlelerinden yarattığı etkiyi de çar-çur etti, hatta bir noktada tüketti. Bu durum, başta ilerici bölükleri olmak üzere emekçi memurların KESK'i geri çekmesine değil, bizatihi KESK yönetiminin zihniyetinin ve çizgisinin ürünüdür. Hareketi ileriye doğru iten devrimci emekçi memurların temsilcilerini sendika ve konfederasyon yönetimlerinden dışlama ittifaklarında buluşan küçük burjuva reformistleri ve Kürt yurtseverleri, sonunda birbiriyle dar grupçu rekabete vardılar. Demokratik emekçi memur hareketinin temel taleplerinin kazanılmasına dönük bir mücadele hattını değil de, yönetimleri paylaşmayı esas alan anlaşmalar yaparak KESK'in damarlarını tıkadılar.
Aynı dönemde, KESK'in toplumsal ve politik mücadelelere ilgisi ise sürer. DİSK'le, demokratik kitle örgütleriyle, devrimci ve antifaşist gruplarla ortak platformlar oluşturarak, bazı süreçlerde özel bir politik ve moral değerler kazanan Ankara ve İstanbul mitinglerine, "herkese sağlıklı gelecek platformu" eylemlerine kitle seferberliği sağlayarak, emekçiler ve ezilenler cephesine kan taşıdı. Bu pratik özgüven işlevi dışında, KESK'in güçlerini kısmen de olsa diri tutmaya kadar, toplumsal saygınlığına da katkıda bulundu. KESK'in bu doğru mevzilenmeyi daha ileri hatlara taşıması, hem emekçi memur mücadelesi, hem de özgürlük, adalet, halklara eşitlik savaşımı bakımından önemlidir. Yine de KESK'in toplumsal uyanışın zayıf olduğu pek çok il ve ilçede 8 Mart, 1 Mayıs gibi enternasyonal mücadele günlerinin kutlanmasındaki katkısı da kaydedilmelidir.
Emekçi memur hareketinin yeni bir yükselişi ve atılım için, KESK'in, hareketi bir adım ileri götürmeyen protestoculuğu bir yana bırakan, "grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı" başta olmak üzere, temel ekonomik-demokratik talepleri meşru mücadeleyle ve ezilenlerin desteğiyle kazanma hattında mevzilenmesi zorunludur. Geride kalan yıllarda bu konuda sergilenen geriliklerin emekçi memur hareketini ve KESK'i hükümet ve devlet karşısında nasıl güçten düşürdüğü gözler önündedir. KESK'in üyelerinden daha büyük bir emekçi memur kitlesinin enerjisini işlevli ve verimli kılacak böyle bir mücadele, yalnızca demokratik emekçi memur hareketinin engeline dönüşen Türk Kamu-Sen ve Memur-Sen'in etkisini sınırlamak ve kırmakla kalmayacak, işçi sınıfı ve ezilenlerin faşizme, inkara, şovenizme ve emperyalizme karşı savaşımının emekçi memurlar içindeki kitle tabanını da genişletecektir. Emekçi memur kitlesi içinde böyle bir mücadele için güçlü bir potansiyel enerji ve bunu açığa çıkarıp harekete geçirecek hazır güçler mevcuttur.
KESK yönetiminin tavrı bir yana, emekçi memurların "grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı", "ortak çalışanlar yasası" gibi temel taleplerini diktatörlüğe güncel politik sorunlar olarak dayatabilmeleri, yıllık ücret artışları konusunda izleyici olmaktan çıkmaları, sürgün ve öteki faşist saldırıları püskürtmeleri, kısacası demokratik memur hareketinin yeniden ayağa kalkışı için komünist, devrimci ve yurtsever emekçi memurların güç birliği verili koşullarda en iyi, en verimli olanaktır. Kentler düzeyindeki platformlar tarzında ya da şubeler ve işyeri temsilcileri platformları biçiminde ete kemiğe büründürülecek böyle bir birlik sergileyeceği pratikle, potansiyel enerjiyi harekete geçirmek ve KESK üzerinde güçlü bir basınç uygulamakla kalmayacak, emekçi memur mücadelesinin, işçi sınıfı ve ezilenlerin politik özgürlük savaşımının harlandırılmasının da yolunu açacaktır.
Emekçi semtlerde, döneme, devrimci hareketin nitelik ve nicelik zayıflamalarıyla girilmişti. Belli başlı sanayi kentlerinin emekçi semtlerindeki mücadele adeta İstanbul'la daralmış, kitlelere yabancılaşma devrimci hareketin ortak hastalığına dönüşmüştü. Buna karşın, diktatörlük sistematik devlet terörü koşullarında faşist mafya çeteleri aracılığıyla inisiyatifi ele almış, uyuşturucu, kadın bedeni ticareti, kumar, lümpenleşme ve çetecilik emekçi semtlere derinlemesine nüfus etmişti. Öyle ki, emekçi semtlerde politik faaliyetler yeniden canlandığında, bu çetelerin İstanbul'da bile, devrimci parti ve grupların yerel güçleriyle çatışmaları göze alacak, kimi mahallelerde kurumlara saldırılar düzenleyecek duruma geldikleri görüldü.
Dönem içinde, faşist çeteler ve çeteleşme faktörüne iki yeni unsur daha eklendi: İlki; faşist diktatörlüğün "kentsel dönüşüm" adı altında kent içi sürgünle, ya da belli yerleşim alanlarının tasfiyesiyle, halkın ilerici birikim ve geleceklerini, dayanışma gücünü, devletin kontrol-kayıt sistemini aşabilen fiziki yerleşim avantajlarını ortadan kaldırmaya yönelmesiydi. İkincisi; giderek artan bir hızla büyüyen politik İslamcı faaliyet ve örgütlenmeydi, bunun yol açtığı yıkıcı ve çürütücü sonuçlardı.
Karşıdevrimin emekçi semtlerde '90'lı yıllardan günümüze uzanan kapsamlı yönelimi son yıllarda daha da derinleşti. 2005'te MGK bu sorunu özel olarak yeniden gündemleştirdi. Dönemin genelkurmay başkanı Hilmi Özkök, emekçi semt halkını "özgürlüklerin değerini bilmezseniz, onu kullanma hakkını kaybedersiniz" diyerek açıkça tehdit etti. Bu durum, işçi, işsiz, emekçi, yoksul, genç, kadın, alevi, Kürt, Roman kimliğiyle emekçi semtlere kök salan gerçekliğin devrimci gelişmede oynayabileceği rolün apaçık görülmesinden duyulan korkunun ifadesidir.
Emekçi semtlerdeki devrimci çalışma, ele alınan son yedi yıl içinde, esas olarak devrimci ve ilerici güçlerin omuzlamasıyla ilerledi. İstanbul'dan başlayarak belli başlı sanayi kentlerinin tümünde, emekçi semtlerinde politik kitle faaliyeti gözle görülür biçimde canlandı, politik kitle ajitasyonu kimi alanlarda süreklilik kazandı. İşçi ve ezilenlerin mücadelesi büyüdü. Nicelik ve nitelik olarak örgütlülükleri güçlendi. Salt yerel sorunlar temelinde değil ezenlerle-ezilenler, zenginlerle-yoksullar, patronlarla-işçiler arasındaki mücadelenin bir parçası olarak yükseltilen özgür gösteriler, barikatlar, devrimci kitle şiddeti, milis faaliyetleri ve devrimci zorun grupsal biçimleri genel politik atmosferi ve toplumsal psikolojiyi etkiyecek bir düzey kazandı. Politik çalışmalar, festivaller, film gösterimi, müzik dinletisi, tiyatro gibi kültürel-sanatsal etkinliklerle halk sağlığı, okuma-yazma kursları gibi değişik toplumsal pratiklerle tamamlanıp pekiştirildi. Böylelikle diktatörlüğün uyuşturucu, çeteleşme, çürütme, şovenizmle zehirleme ve kent içi sürgün saldırılarının önüne aktif savunma hattı dikildi. Bütün bunların sonucu olarak değişik siyasi ve toplumsal gelişmeler ya da yıkım saldırıları, baz istasyonları, çöp alanları, yoksulluktan ötürü elektrik kullanma hakkından mahrum kalma ve Ankara'da görüldüğü gibi haftalarca susuzluğa mahkum edilme gibi nedenlerle ayağa kalkan emekçi semt halkının enerjisi kitlelerin ileri bölüklerinin mücadele azmini bileyen, umudunu güçlendiren, moralini yükselten bir dinamiğe dönüştü.
Aynı süreçte, emekçi semtlerinde kitleleri mücadelenin öznesi haline getirme veya "kitlelerle birlikte politika'' yöneliminin bazı biçimleri uygulandı. "Halk toplantıları" bunun başarılı gelişme yeteneği taşıyan örneklerinden biriydi. Gerek kitle toplantısı, gerekse de kavramsal temsiliyet (mahalle dermekleri, köy ve yöre dernekleri, muhtarlar, devrimci ve antifaşist partiler, gruplar) biçimindeki platform gibi kolektiflerin geliştirilmesi, sorunların birlikte tartışılmasına, kimi ortak kararların alınmasına hizmet etti. Bu tür kolektif inisiyatiflerin geliştirilmesi, emekçi semtlerdeki antifaşist tepkilerin büyütülmesine hizmet ettiği gibi, mücadeleyi ortaklaştırma eğilimini de güçlendirdi.
Bazı sanayi kentlerinin emekçi semtlerinde devrimci, yurtsever ve antifaşist partiler arasındaki eylem birlikleri ve değişik ortak çalışmalar mücadelenin büyümesine, yükselmesine katkılarda bulunsa da, siyasal kültüre damgasını vurmaya devam eden grup bencilliği ile nitelik sorunlarıyla bağlı bazı sekterlikler bunların kökleşmesini ve sürekliliğini engelledi. Sınırlı örneklerden ibaret olsa da İstanbul'da aynı semtlerde iki ayrı festival gibi sorumsuzluklar, etkin olduğu mahallede devrimcilere ve antifaşistlere politik faaliyet yasakçılığı, kimi sorunlar etrafında oluşan gerilimlerde fiziki şiddete başvurma gibi politik bozulma biçimleri ortaya çıktı. Bunlar o alanlardaki halkın ileri bölüklerini demoralize eden, mücadeleye katılımlarını frenleyen bir rol oynadı.
Sömürgeci faşist diktatörlük, emekçi semtlerde devrimci faaliyeti boğmak ve buraların antifaşist savaşımın merkez üslerine dönüşmesini engellemek için sistematik devlet teröründen çeteciliğe ve toplumsal çürütmeye kadar bir dizi yol ve aracı kullanmayı sürdürdü. Gerektiğinde MHP ve BBP gibi sivil faşist güçleri harekete geçirdi. Muhbir ağını alabildiğine genişletti. Kameralar ve öteki denetim ve caydırıcılık hedefli araçları alabildiğine yaygınlaştırdı. Diğer yandan, semtlerde politik İslamın etkisi gelişti. Politik İslamcı örgütlenmeler, tarikatlar ve Gülen teşkilatı güçlendi. Türkiye kırından gelip varoşlarda yerleşen emekçiler, '60'lı-‘70'li yıllardaki gibi bir toplumsal-siyasal dönüşüme uğramaları ve işçi kültüründen etkilenmeleri de zayıf kaldı, daha doğrusu bunlar kırdan getirdikleri gerilikleriyle, dinsel ve şoven önyargılarıyla yaşadılar ve gerici-şoven partilerin önemli bir kitle desteğini oluşturdular.
Devrimci ve demokratik çalışma, ancak bütün bunları gözeten bir politik pratik ve örgütsel tarzla büyütülebilir. Yalnızca güçlü bir potansiyel enerjiye ve hazır kuvvetlere sahip, yanıcı maddelerle yüklü birer siyasal, toplumsal merkez olarak değil, aynı zamanda fabrikalara, işletmelere, atölyelere, liselere açılan geniş birer kapı ve demokratik kadın hareketinin birer ocağı olarak da stratejik önemdeki varoşlarda, emekçi semtlerinde, kitlelere hücum hattının güçlendirilmesi ve niteliğinin yükseltilmesinin önemi açıktır. Politik faaliyetlerle, kültürel-sanatsal-sosyal çalışmaların birleştirildiği, kitlelerin özneleşmesi yönelim ve ısrarının korunduğu, mücadelenin tüm araç ve biçimlerini kullanabilme yeteneğinin geliştirilip düzeyinin yükseltildiği koşullarda, devrimci gelişmenin gücü çok daha iyi görülebilir.
Ele alınan süreçte, TTB ve TMMOB şahsında, ilerici güçlerin yönetiminde bulunduğu kimi meslek birlikleri ve odaları da daha etkin bir varoluşa yöneldiler. Salt mesleki sorun ve talepleriyle sınırlı kalmayan bu etkinleşme, işçi sınıfı ve ezilenlerin yürüttüğü değişik mücadeleler içinde kendini ortaya koydu. TTB'nin, SSGSS süreciyle ilişkilenişi, sağlık emekçileri grevindeki öncü tavrı ve İstanbul'daki 1 Mayıs kutlamalarında ileriye doğru adımların bir parçası olması önemliydi. Yine TTB ve TMMOB'un antifaşist, antiemperyalist birleşik mücadeleler içinde yer almada istekli davrandıkları görüldü. Buna karşın, özellikle İstanbul ve İzmir gibi kentlerde ilerici güçlerin barolardaki seçim başarısızlığı ve her iki baronun burjuva solunun ve şovenizmin hegemonyasına girişi, daha özel olarak da, en azından nesnel olarak, kızıl elma koalisyonunun, Ergenekon'un değirmenine su taşımaları ise ciddi bir kayıp oldu. Devrimci ve antifaşist güçlerin bu duruma kayıtsız kalmamaları ihtiyacı tartışma gerektirmiyor. Barolarda ve genel olarak meslek örgütlerinde, emekçi solunun etkinliğinin sağlanması için, güçlü bir kitle çalışmasıyla birlikte, seçim süreçlerinde çeşitli tipten darlık ve sekterliklerin aşılmasının öncelikler arasında ilk sırayı alması zorunluluğu dönemin dersleri arasındadır. Keza, tıpkı sağlık emekçileri gibi, savunmanların ve mühendislerin giderek genişleyen bölüklerinin de küçük burjuva işletme sahibi konumundan, ücretli emekçiler durumuna geçtikleri daha büyük bir dikkatle gözönünde tutulmalıdır.
IMF ve DTÖ denetiminde uygulanan emperyalist küreselleşme politikalarının sonucu olarak tarımsal üretimin düştüğü, köylülerin reel gelirlerinin azaldığı, çiftçilik ve hayvancılıkla geçinemez hale gelen milyonlarca köylünün kentlere göç edip işsizler ordusuna eklendiği, kırda yaşamaya devam eden küçük ve orta köylü kitlelerinin daha fazla yoksullaştıkları bir dönemden geçtik.
Kuzey Kürdistan köylülüğü antisömürgeci ulusal demokratik savaşımını ve sınıfsal öfkesini mücadele gücüne dönüştürürken, Türkiye emekçi köylülüğü içerisinde ise bir demokratik uyanış, bir emekçi köylü hareketi geliştirilemedi.
Örgütsüzlük, gericiliğin ve şovenizmin etkisi, Türkiye emekçi köylülüğünün öfkesini yanlış kanallara akıtmaya veya boğmaya devam etti. Sonuçları itibariyle kendisini de yakından ilgilendiren gübre, şeker, tütün, içki, çay işletmelerinin özelleştirilmesine karşı işçilerle omuz omuza verme pratiği bir iki örnekle sınırlı kaldı. Mazot, gübre, ilaç, sulama, elektrik ve öteki tarım girdilerinin katlanarak artan fiyatları altında ezilen Türkiye emekçi köylülüğü, ürününün haraç mezat elinden alınması yetmezmiş gibi kimi yıllar küresel ısınmaya bağlı kuraklık, sel veya aşırı sıcak mevsimlerle daha da yoksullaştı. "Tarım satış kooperatifi" türünden nefes boruları hükümet tarafından "özerkleştirilme" adı altında tıkanırken, "doğrudan gelir desteği biçiminde tapulu toprak miktarı temelinde yapılan devlet yardımı ise derdine derman olmaktan çok uzaktı. Banka ve tefeci borçlarına, tarımsal üretimde kullandığı elektrik ve su borçları da eklendi. Yaşadıkları yıkım Türkiye emekçi köylülüğünün her yıl kente yüz binlerce kişilik göç vermesine yol açtı. Tüm bunlara karşın o esasen zengin köylülüğün inisiyatif koyduğu bölgesel mitinglere hapsoldu. Zaman zaman yükselttiği protesto tarzındaki yerel tepkiler ise sınırlı ve zayıf kaldı.
Emekçi köylü tarımının yıkımıyla oluşan bu ağır toplumsal sonuçlara karşın düzen partilerinin oy deposu durumundaki Türkiye köylüsü içinde ilerici kanallar açılamadı. Onların taleplerini gündemleştirme politik faaliyet alanlarını köylere genişletme, kitle ajitasyonu yürütme iradesi geliştirilemedi. Devrimci parti ve örgütlerin köyle ilişkisizliği, hatta kır emekçilerine pratik ilgisizliği devam etti. Öyle ki, zengin köylülerin inisiyatifinde örgütlenen bölgesel köylü mitinglerine, örneğin işçi sendikaları, öğrenci dernekleri gibi araçlar yoluyla katılma, emekçi köylü taleplerini ve öfkesini yansıtan pankartlar, dövizler, sloganlar ve broşürlerle, süreç ve kitleyle ilişkilenme girişimlerinde bile bulunulamadı. Devrimci bir inisiyatif olarak yıllardır var edilmeye çalışılan ücretli köylü sendikaları, emekçi köylülerle bağ kurma imkanı yaratsa da, gerek sözü edilebilir bir kır kitle faaliyetiyle beslenmedikleri, gerekse de emekçi köylülerin sorun, talep ve özlemleri doğrultusunda etkin politik çalışmalar ve mücadeleler yürütemedikleri için hiç değilse günümüze değin eski grupsal köylü ilişkilerini toparlamanın ötesine geçemediler. Bu koşullarda, Türkiye emekçi köylülüğünün tarımsal yıkımının sorumlusu faşist diktatörlüğe kapitalist tekellere ve emperyalizme karşı sesini yükseltmemesine, böyle bir zeminde ilerici devrimci safları güçlendirmemesine, zengin köylülüğün peşine takılmasına şaşılabilir mi?
Bunlara karşın, dönem içinde, hem Türkiye'nin ve hem de Kuzey Kürdistan'ın değişik yerlerinde emekçi köylülerin doğal çevrenin tahribini engellemek için demokratik projeleri geliştirdiklerini de kaydetmeliyiz. Soruna muhatap olan köylüler, uluslararası maden tekellerinin faaliyetlerini, devletin hidroelektrik santraller kurulması kararına, tarihi yerleşim alanlarının sulara gömülmesine yol açacak baraj projelerine karşı inatçı mücadeleler yürüttüler. İlerici etki altında gelişen bu eylemler, sorunu geniş köylü kitlelerinin gündemine taşımak gibi önemli bir rol de oynadılar.
Uluslararası tekellerin, genetikteki gelişmelerden sonra, tarım ürünlerini de teknolojinin konusu haline getirmeleriyle ve yine kapitalist dünya pazarında tarım ürünleri ticaretinin hem ulaşım, hem de uluslararası yasal dayanaklar bakımından çok daha elverişli hale gelmesiyle ülkemiz tarımı da bu gelişmelerden etkilenmektedir. IMF'nin, emekçi köylü tarımını yıkım ve küçük esnafı tasfiye politikaları, devletin ağır kredi faizleri ve yüksek vergilerle birleşerek daha etkili olması, yoksullaşma, iflas, toprağını yitirme, dükkânının kapısına kilit vurma sürecini de hızlandırmakta, derinleştirmektedir. Sahip olunan küçük toprak parçası geniş aile yapısını geçindirme gücünü artık tümden kaybetmiştir. İşbirlikçi ve uluslararası tekellerin toprak satın alarak veya köylülere "tek tip" ürünler ektirerek tarım sektöründe faaliyete girişmeleri de gelişimin çapına bağlı olarak küçük ve orta köylünün boynuna geçirilmiş bir ilmektir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin, faşist diktatörlüğün ve sermaye hükümetlerinin mali destekler yoluyla emekçi köylü yığınlarını yedekleme imkanları her geçen yıl biraz daha tükenmektedir. Emekçi köylülerin ve küçük esnafın iktisadi yıkımının geldiği düzeyle ve ekonomik krizin yol açtığı ve de açacağı yeni yüklerle birlikte artık eski pozisyonlarını sürdürmede oldukça zorlanacakları bir gerçektir. Onların, toplumsal mücadelelere katılma, politik duruşlarını faşist diktatörlük ve sermaye oligarşisi alehine bir çizgide geliştirme zemini güçlenmiştir.
Dönem içinde, öğrenci gençlik üzerindeki polis terörü hiç eksilmedi. Sivil faşist saldırlar sürdü. Diktatörlüğün kuklası YÖK ve üniversite yönetimleri okuldan atmaları veya dönemsel uzaklaştırmaları devrimci ve ulusal demokratik gençlik çalışmalarını bastırmanın etkin yöntemlerinden biri olarak kullandılar. Öğrenci gençlik dernekleri ve gençliğin politik kitle örgütlenmeleri faşist cendereye alındı, baskınlar, gözaltılar, tutuklamalarla işlemez hale getirmeye çalışıldı. Liseli gençliğin devrimci ve demokratik uyanışını, örgütlenmesini boğmak için okulda ve sokaktaki devlet terörü, polisin ailelere uygulatmaya çalıştığı baskılar ağırlaştırıldı. Aynı amacın bir parçası olarak uyuşturucu ve çetecilik kanalları açık tutuldu ve sürekli geliştirildi. YÖK düzeni sürerken, paralı eğitim neredeyse genelleştirildi, egemen hale getirildi.
Dönemin başlarında yaşanan politik gerileme ve kitlesel daralmaya karşın, başlangıçta devrimci gençliğin bazı örgütlü kuvvetleri ve yurtsever gençler tarafından ivmelendirilen ve alanı genişletilen çalışmalar, giderek tüm devrimci ve demokratik gençlik gruplarını ileriye doğru itti. İnatçı ve etkin bir kitle faaliyeti, meşruluk bilincine ve cürete dayalı merkezi ve yerel sokak gösterileri, araç ve biçimlerde yaratıcılık ve zenginleşme, örgütlenme çalışmalarında iradi çabaların güçlenmesi bu gelişimin ayırt edici özellikleri oldu. İşçi sınıfı ve ezilenlerin değişik mücadelelerine taşıdığı dinamizm ve son yıllarda gerek ''71 devrimci önderlerinin anmalarında, gerekse de '68'in 40. yıldönümü etkinliklerinde açığa çıkan potansiyel, öğrenci gençlik saflarındaki uyanışı ve ileri gitme arzusunu gözler önüne serdi.
Neredeyse çeyrek asır sonra yeniden politik gençlik derneklerinin kurulmasının ve üniversite derneklerini canlandırma çabalarının ardından, akademik-demokratik mücadelede belli bir işlevi daha iyi biçimde omuzlayabilecek Genç-Sen'in oluşturulması, küçük kentlerdeki çalışmaların yaygınlık ve süreklilik kazanması, kitlesel gençlik kampları, liseli kurultayları, YÖK'e karşı merkezi, cüretkar Ankara eylemleri, Kürt yurtsever gençliğin odağında durduğu anadilde eğitim için imza kampanyası, ÖSS'ye karşı liseli mitingleri, üniversiteli gençlerin inkar ve şovenizme karşı İstanbul, Amed, iş cinayetlerine karşı Kadıköy-Tuzla yürüyüşleri, Ankara'da Cebeci kampusünde yemekhane işçilerinin işgal eylemlerini birlikte omuzlamaları, ''71 devrimci önderlerinin anmalarındaki kitlesellik dönemin özgün çehresini yansıtan kimi olgulardır. Aynı süreçte, öğrenci gençlik, devrimci parti ve grupları kadrosal olarak beslerken, ulusal demokratik hareketi, özel olarak da gerillayı güçlendirmeye devam etti.
Devrimci, antifaşist ve Kürt ulusal demokratik gençlik hareketinin dönem içindeki en geri yanını, bir kaç istisna dışta tutulursa, eylem birlikleri konusundaki başarısız pratikler oluşturmaktadır. Yıl dönümünde YÖK'ü protesto veya 16 Mart'ta faşist katilleri lanetleyip, Beyazıt ve Halepçe şehitlerini anma gösterileri başta olmak üzere birleşik mücadelenin konusu olan bir dizi sorunda, üstelik de pratikte aynı biçimler kullanıldığı halde ayrı ayrı eylemler yapıldı. Aynı gün, aynı meydanda, aynı gündeme sahip 4-5 ayrı gösteri düzenlenebildi. Kuşkusuz bu, ilerici, örgütsüz üniversiteli gençlik potansiyeli için demoralize edici bir durumdu.
Gelişmeler üniversitelerde devrimci ve ulusal demokratik gençliğe saldırganlıklarıyla tanınan "Türk solu" dergisi çevresinin düpedüz bir kontrgerilla örgütlenmesi, Perinçek'in "Türkiye Gençlik Birliği"nin ise ırkçı-faşist koalisyonların ve faaliyetlerinin bir parçası olduğunu geniş kitleler nezdinde açığa çıkardı. AKP ve dinci gericilik tehlikesine karşı, "laik cumhuriyet" bekçiliğine soyunan TKP ve HKP'nin gençlik grupları ise bir aşamadan sonra "MGSB" bloğuna yedeklenen tavırlar, pratikler sergilemek gibi trajik duruma düştüler. Halklarımıza karşı ağır politik günahlar işlediler.
Dönemin tümünde, faşist diktatörlüğün ve kapitalist düzenin öğrenci gençliğe karşı çok yönlü saldırıları kesintisiz sürdü. Daha büyük bir geleceksizlik dayatıldı.
Özerk-demokratik üniversite, parasız, bilimsel, demokratik, anadilde eğitim, YÖK'ün lağvedilmesi, ÖSS-ÖYS'nin kaldırılması talepleri diktatörlüğün faşist zorbalığıyla bastırılmaya çalışıldı. Polis, jandarma ve özel güvenlik birimlerinin üniversitelerdeki işgal ve terörü sürdü. Keyfi ve gülünç soruşturmalar, eğitim hakkının tümden veya kısmen gaspedilmesi durmak bilmedi. Paralı eğitim ve barınma sorunu giderek ağırlaşan bir yüke dönüştü. Yurtlardaki kışla mantığı ve öğrenci kadınlar üzerindeki cinsiyetçi baskılar devam etti. Liseden sonra üniversiteye giremeyen gençler sigortasız işçiler ordusuna katıldı. Üniversite mezunları arasında işsizlik çığ gibi büyürken, iş bulabilenler arasında eğitimleriyle ilgisiz mesleklerde çalışmak zorunda kalanlar artmaya devam etti. Bütün bunlara bir de liselerde dinci mezhepçi baskılar eklendi.
Tüm bu sorunları geniş öğrenci kitlelerinin birleşik mücadelesinin konusu haline getirmenin yakıcılığı ortadadır. Değişik zamanlarda iyi hazırlamış ve iyi planlanmış kampanyaların sürece ciddi katkılarda bulunabileceği deneylerden biliniyor. Yanı sıra, ayrı ayrı üniversite, lise ve yurtların özgün sorunları da aynı perspektifle ele almayı gerektirmektedir. Ve yine, gençlik, akademik ve demokratik sorunlarını, işçi sınıfı ve ezilenlerin genel sorunlarından ayrı düşünerek çözemeyeceğini de bilerek, onların sorunlarına her zaman yüksek bir duyarlılık göstermek durumundadır. Kendi sorunlarının her örneğinden hareketle, faşizmin, inkarcı-sömürgeciliğin, kapitalist soygunun ve emperyalizmin karşısına dikilecekleri tarzda konumlanmaları vazgeçilmezdir.
Üniversitelerde, liselerde, yurtlarda ve semtlerde öğrenci gençliğe ulaşmanın tüm imkanlarını değerlendirmekten yorulmayan, mücadelede kararlı ve cüretkar olduğu kadar, araç ve biçimlerde esnek ve yaratıcı olabilen devrimci, antifaşist gençlik gruplarının geniş kitlelerle buluşması tamamen olanaklıdır. Geride kalan dönem bunun koşullarını hazırladı. Yeni süreçte nesnel ve öznel olanaklar daha da güçlenecektir. Diğer yandan, öğrenci kadınların cinsiyetçi baskı ve eşitsizliklere karşı demokratik kadın hareketinin bir bileşeni ve yine kadınların kurtuluşu savaşımının bir dinamiği olarak örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi, öğrenci gençlik mücadelesine ciddi bir tempo ve güç kazandıracaktır.
Demokratik kadın hareketinde bir canlanma ve gelişim döneminden geçtik. Ezilen cins oluşun çeşitli sonuç ve görünümlerine, kadına uygulanan şiddete, "namus cinayetleri''ne, yasal eşitsizliklere, politik ve toplumsal örgütlerdeki erkek işgalciliğine, yurtlarda kalan üniversiteli genç kadınlara uygulanan cinsiyetçi baskılara, kadın bedeninin metalaştırılmasına, kadın barınma evleri, kreş vb sorunlara, başta ev emekçisi kadınlar olmak üzere kadınların ezici çoğunluğunun sosyal güvenceden yoksunluğuna, kadın işgücünün yağmalanmasına karşı kadın eylemleri yükseldi.
Yürürlülükteki cins ayrımcı, erkek egemen kimi yasalara veya aynı tipteki yasa taslaklarına karşı emekçi kadınların başarılar kazandıkları bu süreçte, erkek egemen cenderenin daha geniş, daha etkili biçimde teşhirinin burjuva partilerinin erkek yüzünün sergilenmesinin, faşist devlet şiddetinin cinsiyetçi boyutlarının gözler önüne serilmesinin, Novamed grevinde ve Desa direnişinde simgelenen kadın dayanışmasının etkili örnekleri yaratıldı. Emekçi ve öğrenci kadınlar, işçi sınıfı ve ezilenlerin faşizme, sömürüye, toplumsal adaletsizliklere, ulusal inkara ve sömürgeciliğe karşı mücadelesinde kararlı bir güç olarak boy gösterdiler. Gerek Kürt ulusal kitle hareketi, gerekse de sınıf savaşımının çeşitli pratikleri, kadın enerjisinin, kadın yaratıcılığının ve öncü yeteneklerinin parlak örneklerini ortaya çıkardı. Tıpkı 8 Martlardaki gibi, 25 Kasımlarda da değişik eylem ve gösteriler örgütlediler. Kadınlara karşı işlenen suçlar sorununu, kadınların yüz yüze olduğu cins ayrımcılığını, siyasi ve toplumsal eşitsizlikleri ve kadının özgürlüğü talebini, hem geniş kadın yığınlarının, hem de tüm ezilenlerin gündemi haline getirme yolunda önemli gelişmeler sağlandı.
Dönemi ele alırken, gelişimin yönünü görmek bakımından değerli olan ve üzerinde yükselecek bütün bu olgulara karşın, genel tabloya bakıldığında toplam nüfus içindeki oranları erkeklere eşit olan kadınların nitelikleri bir yana, partilerin, işçi ve emekçi memur sendikalarının, değişik demokratik kitle örgütlerinin yönetimleri de, burjuva meclis ve belediyelerdeki temsiliyette yok denecek kadar sınırlı bir konumda tutulduklarını görüyoruz.
Devrimci, antifaşist ve yurtsever hareketin, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle arasına mesafe koyması, kadınların etkinliğini arttırsa ve daha ileri mevzilere yürümelerini kolaylaştırsa da tek tek parti ve gruplar bakımından eşitsizliği bir yana, durumun "pozitif ayrımcılık" biçiminde iradi bir çehreye kavuşturulmasında bile sınırlı yol alınabildiği görülüyor. Öyle ki, demokratik kadın hareketini ve devrimi güçlendirecek bir kadın bilincinin gelişimini, kadın iradesinin kendisini en ileri düzeyde ortaya koyması sorununu milyonlarca kadının gündemine taşımayı özel bir görev kabul etmeyen, bunun özgün araç ve biçimlerini var etmeyi sorunlaştırmayan, "kadın bilinci" kavramıyla veya kadınların örneğin 8 Mart ya da başkaca etkinlikleri, eylemleri kendi başlarına düzenleyip gerçekleştirmeleri gibi önerilerle karşılaştığında yola hemen "feminizm" korkuluğu diken anlayışlar, devrimci hareketin çeşitli bölüklerine hala hükmediyor. Bu ise, düzenin ve toplumsal gerçekliğin erkek egemen karakterine karşı, bir başka ifadeyle ezilen cins saflaşmasıyla en geniş kadın kitlelerinin harekete geçirilmesi zemininde yükselecek demokratik kadın hareketi için hazır enerjinin birleşik seferberliğini engelliyor.
Bugün milyonlarca işçi, emekçi, öğrenci kadın üzerinde devrimci etkinin hala çok sınırlı olduğu bir gerçektir. Son birkaç yıldır özellikle de Türkiye kent ve kırında politik İslamcı partiler ve dinci gruplar örgütlülüklerini çok geniş kadın yığınlarına yaydılar, siyasi ve ideolojik etkilerini arttırdılar. İkinci cins kimliğini daha da ağırlaştıracak biçimde yeniden üretmek isteyen erkek egemen politik İslamcılardan tedirgin olan, artan dinsel etkiden endişe eden kadınlar ise "laik-şeriatçı" kutuplaştırmasıyla "Cumhuriyet mitingleri" örneğinde görüldüğü gibi erkek egemen, şoven-faşist bloğun kitle gücü haline getirilmeye çalışıldı.
Kuzey Kürdistan'da yurtsever hareket, emekçi ve yoksul kadın yığınları içinde önemli bir politik etkiye sahip bir güç olarak, onların kitleler halinde mücadele alanlarına çıkmalarını sağlayabildi, "kota" gibi biçimlerle ileri adımlar atıldı. Kürt ulusal özgürleşmesinin olduğu gibi, Kürt kadınının özgürleşmesinin önündeki barikatlar aşıldı. Gerici-feodal kültürün yol açtığı toplumsal sonuçlar Kürt kadınının özgürleşmesinde önemli bir kanama alanı olarak daha fazla aralandı. Diğer yandan, Kürdistan'da da feodal kültür ve geleneklerin hazırladığı zeminde süre giden ciddi bir dinci örgütlenmenin varlığı, gelişmenin önemli engellerinden biridir. Dinci örgütlenme ve tarikatların etkisi, sömürgeciliğin önemli bir toplumsal dayanağı olarak kadınları silahsızlandırmaya devam etmektedir. Dönem içinde meydana gelen kadın intiharları, "namus" cinayetleri sorunun ağırlığının diğer bir özgün bir yansıması oldu.
Kadınların özgürlük ve sosyalizm savaşımına kitlesel seferberliği, bu savaşımda kadının kurtuluşu mücadelesinin iç içe geçirilmesi, hem demokratik kadın hareketini besleyecek, hem de ondan beslenecektir. Tüm bu çalışmalarda, kadınların süre giden ikinci cins olma durumlarını, bu temelde biçimlenmiş alışkanlıklarını, psikolojilerini dikkate alan özel araç ve biçimler kullanılması gerektiği şüphe götürmez. Geride kalan yıllarda demokratik kadın hareketinde sağlanan gelişme ve kadının kurtuluşu mücadelesinde yaratılan birikim, yeni döneme, daha geniş bir ufuk açıklığı, daha güçlü bir irade ve umutla girmesinin imkanlarını gözler önüne seriyor.
Emekçi ve öğrenci kadın kitleleri arasındaki çalışmanın süreklilik ve istikrara kavuşturulması, ezilen cinsin kaderini kendi ellerine alması bilinç ve pratiğinin yaygınlaştırılması, her kadının bir parça görev üstlenmesinin sağlanması, demokratik kadın hareketinin değişik bölüklerinin güncel sorun ve talepler etrafında eylem ve güç birliğinin geliştirilmesi, umutların gerçeğe dönüşmesinde tayin edici olacaktır.
Alevilerin, gelinen aşamada demokratik bir zeminde güçlerini toparladıkları görülüyor. Demokratik Alevi hareketinin,yeni dönemdeki yükselişi, faşist rejimi zorlayan temel bir dinamik olması karşısında rejimin bütün kuvvetleri sürdüre geldikleri yaklaşımları gözden geçirmeyi dayatmaktadır. Artık eski statükonun dağılmakta olduğunu kimse yadsımıyor. Ne var ki, dün Alevileri katledenler, kırıma uğratanlar, Alevi kimliğini reddedenler, bugün tam bir ikiyüzlülükle sorunu sahiplenmekten geri durmuyorlar. Onların bütün çabaları, demokratik Alevi hareketinin içini boşaltarak bir politik özgürlük ve direniş hareketi olarak gelişimini engellemek, Alevi halkını devlete bağlamak, Sünnileştirerek siyasallaşmasını/bağımsızlaşmasını engellemektir. Geniş Alevi kitlelerinin, rejim partilerinden kopuşacak bir inisiyatif geliştirmeleri politik özgürlükler için mücadeleyi güçlendirecektir.
Dönem içinde Kürt ulusal mücadelesinde önemli gelişmeler oldu, İmralıyla birlikte ideolojik teslimiyet ve politik tasfiyecilik tarafından karakterize olan bir sürece girilmişti. Bu çizgi kırılması ve yeni reformcu politik rota, "demokratik cumhuriyet" hedefiyle, stratejik ve taktik yalpalamalarla, bulanıklık ve gerilemelerle birlikte yol aldı.
Ne var ki, gerillanın 1 Haziran 2004'ten itibaren, inkarın ortadan kaldırılmasına odaklanmış ulusal demokratik talepler için yeniden aktif bir rol oynaması, yeni bir dönemin de başlangıcı oldu. Kürt halkının ulusal varlığının resmi kabulü, anadilde eğitim ve ulusal kimlikle siyaset yapma hakkı, kısacası bu güne kadar ki kazanımların hukukileştirilmesi bu taleplerin esasını oluşturmaktaydı.
PKK'nin ve bir bütün olarak Kürt ulusal hareketin hemen tüm kuvvetlerinin kendilerini yeniden örgütledikleri bir sürece girildi. Kürt halk kitlelerinin ulusal istemleri için yeniden mevzi tuttukları ve alan genişlettikleri, PKK'yi ve A. Öcalan'ı dolaysız sahiplendikleri, meşru mücadele hattında yoğunlaştıkları ve gerillanın etkili vuruşlarla generallerin itibarını sarstığı ve sömürgeci orduyu demoralize ettiği, Türk halk yığınlarının büyük bir şaşkınlık yaşadığı, politik- askeri başarılarıyla inkarcı-sömürgeci rejimin yönetememe krizini derinleştirdiği bir sürece girildi. Öyle ki, ABD, "PKK ortak düşmanımızdır" açıklamasını yapmak zorunda kaldı.
Bu yeni süreç, örneğin Newrozları bir kültür-sanat etkinliğine dönüştüren gerilemeyi sonlandırırken, kitle partisinin halkın gerisinde kalan pratiğini de köklü bir dönüşüme uğrattı. Kürt halkının iradesine dayalı çözüm yönelimi diyebileceğimiz bu gelişmeler ulusal hareketin, adeta "şiddet kötüdür" söylemine sıkışmış, "meşru savunma" dışında politik-askeri eylemleri "terör" diye tanımlamaya varan, "barış" taktiğine ve seçimlere endeksli, dolayısıyla antifaşist yasal partilerle sınırlı ittifak pratiğini de düzeltmesini koşulladı. Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin, inkara ve faşizme karşı yeniden alevlenen, giderek de büyüyen gelişimi, gerilla ataklarının serhildanlarla yeni buluşması, Kürt halkının saflarında yenilgi ruh halini hızla ortadan kaldırırken, sosyal şovenizme teslim olanlar dışında, antifaşist ve devrimci hareket bakımından da moral yükseltici ve mücadele arzusunu körükleyici bir dinamiğe dönüştü.
Büyük bedeller pahasına yeniden yükseltilen ulusal direniş, Kürt halkının ulusal inkar karşısındaki yığınsal militanlığı, gerillanın askeri tekniği ve buna bağlı yeni taktikleri başarıyla kullanma-uygulama pratiği, askeri ve moral değeri yüksek baskınlar, savaş esirleri süreci, Kandil'e hava saldırılarının boşa çıkarılması, Zap'ı işgal ve gerillayı kitlesel imha seferine çıkan sömürgeciliğin ordusunun yenilgiye uğratılması, yalana dayalı faşist psikolojik savaşın dönüp generaller partisini vurması, inkarcı-sömürgeci faşist rejimi, "Kürtler"in varlığının ve ''bireysel ve kültürel hakları''nın kabulüne kadar geriletti. 2005 yerel seçimlerinde generaller partisini, Kürdistan'da AKP'nin kuyruğuna takılmaya, TRT 6'ya umut bağlamaya, Şiwan'dan, Ciwan Xaco'dan yardım istemeye, "stratejik tehlike" gördüğü Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle PKK'ye karşı mücadele için ilişkilenmeye, işbirliğine mecbur etti. "Değişim" bloğu içindeyse Kürt ulusal iradesinin sürece dahil edilmesine varan "öneriler" yeniden gündemleştirildi.
Haziran 2004'ten günümüze, ulusal demokratik taleplere dayalı bir direnme çizgisiyle hareket eden, ABD'nin açık düşmanlığını ilan etmesine yol açan, AB'nin "bireysel ve kültürel haklar, özgürlükler" çerçevesini reddettiğini açıklayan, inkara ve faşist rejime karşı güçlü bir savaşım yürüten, yalpalamalarına karşın, emekçi soluyla eylem birliklerine, birleşik mücadeleye eğilimli bir ulusal demokratik hareket şekillendi. PKK'nin 2008 yazındaki 10. Kongresi bütün bunların "kayda geçirilip" onaylandığı bir platform oldu.
2007 genel seçimlerinde, baraj engelini dolaylı yöntemlerle aşarak, inkarcı sömürgeciliğin parlamentosunda grup kuran Kürt yurtsever vekiller, PKK'ye "terörist" demeleri, İmralı ve Kandil'le mesafeli durmaları yolundaki kuşatmayı ve uluslararası baskıları göğüslemekle kalmadılar, ulusal kitle hareketinin bir parçası olarak kendi konumlarından en ileri hatlarda mevzilendiler. Bu tutum Kürt yurtsever kitlelere büyük bir moral ve coşku taşırken, burjuva meclis faaliyetleriyle sokak arasında dolaysız bağın nasıl kurulacağı konusunda da önemli deneyler sundu. Bütün bunlardan ayrı olarak, PKK'nin, faşist sömürgeciliğin istemleri doğrultusunda, son bir buçuk yıldır ABD merkezli uluslararası karşıdevrimci bir politik tasfiye planıyla yüz yüze olduğu ve sürecin bu açıdan çok ciddi riskleri, tehlikeleri barındırdığı da bir gerçektir. İnkarcı-sömürgeciliğin Güney'e gerçekleştirdiği hava ve kara saldırıları, Avrupa devletlerinin tutuklama ve mali kıskaç terörü, Güney Bölgesel Kürt Yönetimin politik yasakçılık ve lojistik imkanları kısıtlama girişimleri bu planın ilk adımlarıydı. PKK'nin, Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından "terör örgütü" veya "istenmeyen güç" ilan edilmesi, önder kadroların esareti, imhası, Kandil'e uluslararası karşıdevrimci saldırılar gibi hedefler de hep gündemde durdu. Emperyalist ve sömürgeci tasfiyeci abluka değişik biçimlerde sürüyor.
İnkarcı sömürgecilik Kürdistan'da son yerel seçimlerde, PKK'yi tasfiye planlarını meşrulaştıracak bir sonuç almak istiyordu. Bu temelde generaller partisi, "bölücü tehlikeye karşı" AKP'yi desteklemekte tereddüt etmedi. Fetullah Gülen teşkilatı tüm gücüyle bu doğrultuda çalıştı. Sömürgeciliğin valileri beyaz eşya başta olmak üzere rüşvet çarkını cömertçe çevirdiler. AKP etrafında toplanmış Kürt ticaret burjuvazisi tüm gücünü seferber etti. Kimi bakanlar ve AKP'li vekiller seçim çalışmalarını Kürtçe yürütmekten geri durmadılar. Ne var ki, yurtsever Kürt halk kitleleri, 29 Mart'ta inkarcı-sömürgeciliği ağır bir hayal kırıklığına uğratarak, ulusal varlığını ve taleplerini tüm dünyanın gözü önünde yeniden yükseltmekle kalmadı, dönemin PKK'yi tasfiye planlarına da etkili bir darbe indirdi. AKP, düşürmek istediği kalelerin surları dibine yığılıp kalırken, yönetimindeki Van gibi kimi önemli belediyeleri de kaybetti. Kürt sorununda MGSB bloğunda mevzilenmiş inkarcı-şovenist CHP ve ırkçı-faşist MHP ise Kürdistan'da seçim haritasından silindiler. Kürt halkımız 29 Mart yerel seçimlerinde muhataplık-temsiliyet meselesinde sözünü söylerken, bir bakıma Zap zaferine de kitle mührü vurdu. İnkarcı-sömürgeciliği planlarını yeniden ele almak sorunda bıraktı.
Gerillayı ve ulusal direnişi terör yoluyla ezme ve kaba inkar biçimindeki geleneksel devlet politikasının iflası ve artık sürdürülemeyeceği gerçeği, sömürgeci faşist diktatörlüğü bir değişikliğe gitmeye zorluyor. AKP hükümeti eliyle gündemleştirilmeye çalışılan sözde "açılım"larla, Kürt sorunu değil, Kürt ulusal demokratik hareketinin çözülmesi amaçlanmaktadır. Kürt ulusal kimliğinin tanındığı bir çözüm yöneliminden bahsedilemez. Bireysel hakların genişletilmesi yönünde bir çaba ve hazırlıktan öte bir yönelim söz konusu değil. "Ucu açık" gibi görünse de "açılım" bir devlet projesidir ve PKK'yi/gerillayı tasfiye etme hedeflenmektedir. "Açılım" tartışmaları ve süreci, hükümet, Genelkurmay ve inkar cephesi bakımından, Kürt sorununda bir çözülmeyi ifade etse de, rejimin nefeslenme ve üzerindeki politik basıncı hafifletme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Giderek setleşecek olan "açılım" tartışmaları, kitlelerin dikkatini Kürt sorununa daha fazla kilitleyecek ve saflaşmalar bu temelde daha çok belirginlik kazanacaktır. Kürt sorununa çözüm, iç politikanın en kritik sorunudur. Bu bakımdan kilit sorun, Kürt sorununda Türk halkının muhataplaştırılmasıdır. Kürt ulusal kimliğinin batıda meşruiyet alanının ilk kez bu denli genişlemesi, Türk şovenizminin ve ırkçılığının etki alanını daraltması, halklarımızın kardeşleşmesi kuvvetle önemsenmelidir. Bu bakımdan barış için mücadelenin aciliyeti de artmaktadır. Çok açıktır ki, barış talebi, Kürt sorununda devrimci bir rol oynamaktadır. Barış ve özgürlük cephesi temel bir ihtiyaçtır.
Devrimci harekete geçmeden önce, dönem içinde yürütülen ve antifaşist parti ve grupların da bir parçası olduğu antiemperyalist mücadeleleri kimi yönlerden ele alalım.
İşçi sınıfı ve ezilenler bakımından önemli bir birikim ve sağlıklı bir dayanak oluşturan bu mücadeleler arasında 1 Mart tezkeresine, Irak'ın işgaline, İstanbul'da yapılan NATO toplantısına, Lübnan'a asker gönderilmesine, ABD'nin Irak ve Afganistan işgallerini sürdürmede etkin biçimde yararlandığı İncirlik üssüne karşı eylemler ve Filistin halkıyla omuz omuza olma pratikleri dolaysız enternasyonalist içerikleri bakımından özel bir değere sahiptir.
Tezkere görüşülürken gerçekleştirilen mitinge katılan yüzbin işçinin ve ezilenin burjuva meclise yürümesi, onu kuşatması cüreti açığa çıkarılamasa da, değişik eylemlerden sonra, Ankara'da görkemli bir mitingle taçlandırılan bu mücadelenin, 1 Mart tezkeresinin reddindeki payı önemlidir. Ve bu, dönem içinde, devrimci ve antifaşistlerin üzerinden atlanamaz başarılarından biridir.
NATO toplantısının engellenmesi ruhuyla yürütülen, merkezinde komünist ve devrimci partilerin durduğu politik mücadele ve toplantı sürecinde yoğunlaştırılan pratikler ise, biçim zenginlikleri ve militanlık düzeyleriyle yankı yaratırken, dünya halklarının NATO'ya öfkesinin sesi ve iradesi oldu. Diktatörlüğün, toplantının "huzur ve güvenliği"yle ilgili propagandalarını ve adeta limitine çıkarılmış önlemlerini boşa çıkaran bu eylemler, NATO'cu irade karşısında kararlı bir devrimci işçi ve emekçi iradesi bulunduğunu ortaya koydular.
Dönem içindeki antiemperyalist mücadele, içeriği, talepleri, eylem tarzı ve diliyle, aynı zamanda, anti-ABD'ci, anti-AB'ci demagojik söylemlerle, ırkçılıklarını, şovenistliklerini örtmeye çalışan ve egemen-ezen ulus milliyetçiliğini vatanseverlik diye sunan faşist, gerici ve burjuva solundan karşıdevrimcilerin maskesini indirdi. Çünkü antiemperyalistlerin, emekçi yurtseverliğinin şu ya da bu ulusa veya halka düşmanlıkla ilgisi bulunmadığını, onun halkların eşitliği, kardeşliği, dayanışması ve ezenlere karşı mücadele yoldaşlığıyla belirlendiğini gözler önüne serdi. (Egemen-ezen ulusun burjuva milliyetçiliği rüzgarına, şovenist ablukanın baskısına göğüs geremeyen şu veya bu düzeyde ezen ulus zihniyetine sürüklenen emekçi solundan partilere, gruplara dair kimi örnekler sunulduğu için, burada meselenin o yönünü bir kenara bırakıyoruz.)
Devrimci hareket sürece birikmiş ciddi sorunlarla girdi. Partimizin 3. Kongresi "Politik Rapor"unda şöyle denilmekteydi:
''Aralarında önemli nüans farklılıkları bir yana partimizde dahil, komünist ve devrimci hareketin iktidar bilinçli mücadele pratiği sergileyemediği, devrimci kendiliğindenciliğin, örgütsel daralmasına, alan ve mevzi kayıplarının, politik etki düzeyinde zayıflamanın, kitlelere yabancılaşmanın öne çıktığı, devrimci lafazanlık ve grupçu sekterliğin yükselişe geçtiği, umut kırılması ve yılgınlık eğilimlerinin yeniden boy verdiği, Kürt ulusal devrimci hareketinin ideolojik teslimiyet ve politik tasfiyeciliğe sürüklendiği (...) bir dönemden geçtik''.
''Devrimci hareketin bazı bölüklerinin en geri sınırlara çekildiği, Kürdistan'da başlayan antiemperyalist demokratik devrimimizin yenilgisinin bu durumu hem hızlandırdığı, hem de derinleştirdiği'' vurgulandıktan sonra, "savunmaya çakılıp kalma, politik çizgisini pratikleştirme iddiasını kaybediş, kitle kuyrukçuluğu ve burjuva legalitesi eğilimi ile 'dönemi atlatma" üzerine kurulu idare-i maslahatçılık sürecin dikkat çekici unsurlarıdır" değerlendirmesi yapılıyordu.
Böyle bir gerçeklik altında, 3. Kongreden bu yana, devrimci parti ve grupların nesnel olarak üç grupta toplandığı görülüyor:
Durumlarına iradi müdahalelerde bulunup, ne kadar sürdürebildiklerinden bağımsız olarak politik silkiniş, ideolojik sağlamlaşma ve örgütsel büyüme yoluna girenler.
Politik iddia kaybı ve içe dönüklük zemininde esasen birer dergi çevresi tarzında yasal çalışmalarla varlıklarını idame etmeye yönelenler.
Daha başlangıçta örgütsel-siyasi tablonun ağırlığı altında "geri çekiliş" dışında bir yol bulamayıp, yıllarca sürecek tasfiyeciliğe yönelenler.
Tek tek parti ve gruplar somutunda eşitsiz, hatta yer yer tümüyle farklı nitelikteki verilerle karakterize olsa da, süreç, devrimci moralin yükseldiği, öz güvenin büyüdüğü, devrimci saygınlığın arttığı bir yönde gelişti. Politik kitle çalışmasının canlanması, politik faaliyet alanlarının genişlemesi, mücadelenin gerektirdiği tüm araç ve biçimleri kullanma pratiğinin güçlenmesi, saflara taze kan akışının tempo kazanması, nihayetinde politik mücadele düzeyinin belirgin tarzda yükselmesi döneme damgasını vurdu. Bu durum, yalnızca içe dönüklüğü sürdüren devrimci grupları değil, antifaşist partileri de ileri itti. Göreceli de olsa, yığınlar arasındaki potansiyel enerjiyi harekete geçirici bir rol oynadı.
Devrimci hareket bütün bu yıllar içinde, bir aşamadan sonra grupçu zihniyet ve alışkanlıklara çarpıp parçalansa da, "Irak'ta işgale hayır koordinasyonu" adıyla antifaşist güçlerin en geniş ve nispeten en uzun ömürlü mücadele birliğinin varoluşunda anlamlı bir rol oynadı. Doğru bir tutumla, SSGSS'ye karşı mücadele ve Taksim hedefli 1 Mayıs gibi süreçlerde geniş antifaşist platformlarda yer aldı. Diktatörlüğün, devrimci parti ve gruplara saldırılarında ve devrim şehitlerinin uğurlamalarında birleşik devrimci pratiğin başarılı örneklerini sergiledi. Emekçi semtlerde kimi sorunlar karşısında verimli eylem birlikleri gerçekleşti. Bazı bölükleri faşizme ve inkara karşı mücadelede, seçimlerde ve Newroz'larda yurtsever hareketle platformlar oluşturdular. Tüm bunlar ileri adımlardı. Ne var ki, yine aynı süreçte, örneğin 6 Kasım YÖK protestolarında, 8 Martlarda, 12 Mart Gazi yıldönümlerinde, 19 Aralıklarda devrimci mücadelenin ihtiyaçları veya görevleriyle izah edilemeyecek parçalanmaların oluşması engellenemedi. Devrimci, antifaşist ve yurtsever partiler, gruplar arasındaki sorunlara çözüm bulmak, olumsuz gelişmeleri engellemek iddiasıyla kurulan yapı iradesizliğin, imza birliğinin yeni bir örneği olmaktan öteye geçemedi. "8 Mart devrimci platformu", "1 Mayıs devrimci platformu" adıyla oluşturulan birliklerin içe dönük gerçekliği, takvimsel ve biçimsel niteliği aşan bir işlevselliğe sahip olmadıkları görüldü. En önemlisi ise, devrimci parti ve gruplar, birleşik devrimci önderliği değişik düzeylerde ete kemiğe büründürecek adımlar atmak, örneğin bunun bir biçimi olarak, işçi sınıfı ve ezilenlerin şu veya bu politik, ekonomik, toplumsal sorunu etrafında, birleşik merkezi kampanyalar yürütmek iradesi bile sergilemediler. Faşizme ve inkara karşı gelişkin mücadele pratiği gözler önünde olan Kürt yurtsever hareketiyle mesafeli durma zayıflığı ve geriliği, geniş antifaşist, anti şovenist birliklerin de engeli oldu.
Kuşku yok ki, dönem içinde, güncel politik görevlerin yükünü omuzlayacak merkezi birlikteliklerin oluşturulamayışında, devrimci parti ve grupların ağırlıklı bölümünün örgütsel-siyasal gerçekliklerinin böyle bir düzeye uygun olmamasının payı büyüktü. İnkar ve sömürgeciliğe karşı güncel politik mücadele görevlerine yaklaşım da ciddi bir engel teşkil etti. Yine de, ele alınan süreçte, daha ileri bir birleşik mücadele pratiğinin ve bunu yürütecek araçların yaratılamamasında, cepheleşme yeteneksizliğinin de bir parçası olduğu grupçu siyasal kültürün ve içe dönüklüğü ağır basan politik mücadele tarzının, politik önderlik anlayışının tayin edici bir rol oynadığı görmek isteyen herkes için açıktır.
Devrimci hareketin karmaşık politik durumlara müdahale, kriz süreçlerinde düşman güçler arasındaki çatışmalardan ezilenler cephesini güçlendirecek biçimde yararlanma, gelişmeleri bu doğrultuya yöneltme yeteneği konusunda önemli bir deney olması itibarıyla, kısaca "Ergenekon" davası karşısındaki tutumu üzerinde durmakta yarar var.
"Ergenekon" adı verilen örgütlenme, rejim krizi, faşist ideolojik hegemonyanın parçalanması, AB sürecinin iç gerilimleri şiddetlendirmesi ve diktatörlüğün özgün çıkarlarda ABD ile çelişkilerinin derinleşmesi koşullarında, darbe yoluyla duruma çözüm bulmayı amaçlayan ırkçı-faşistlerin ve şovenist burjuva milliyetçilerinin çeşitli kesimlerinin politik koalisyonuydu. Çekirdeğini, özel harp dairesinde yöneticilik yapmış, önemli mevkilerde çalışmış yüksek rütbeli subaylar, bir başka görünümüyle çoğu 2000'li yıllarda resmen emekli olmuş kontrgerillacılar oluşturuyordu. Bunlar, kirli savaşın tüm metotlarını uyguladıkları görevlerden geliyorlardı. Kürt halkımız ve ulusal topluluklar karşısında ırkçı-kıyıcı bir çizgiyi esas alıyorlardı. Bir bölümü, TÜSİAD'ın ve ABD'nin destek vermemesi, en önemlisi de Hilmi Özkök liderliğindeki burjuva ordu genelkurmayının ön kesmesiyle 2003-2004'te akamete uğramış darbe plan ve girişimlerinin başındaydı. Bir gözleri hala ABD'de olsa da, Avrasyacılık seçeneğini, diktatörlüğün yönetici gücü olacak cuntaları için bir ayakta kalma imkanı olarak görüyorlardı. Darbe hedeflerine bağlı olarak, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı saflaştırmalarına dönük provokasyonlar ve suikastlar dahil, iç savaş taktikleri yolunu döşüyorlardı. Orduda, MİT'te, poliste, silahsız yüksek bürokraside, basında, burjuva partilerde koalisyon ortakları, örgütlülükleri ve mevzileri vardı. Bunlara karşın resmi ve gizli devlet aygıtının-hiyerarşisinin dışındaydılar.
Dönemin genelkurmayının engel çıkarmaması, ABD'nin ve TÜSİAD'ın cesaretlendirmesi temelinde, AKP hükümeti, bu özel politik hasımlarına karşı tutuklamalara girişti. Bunu dalga dalga genişleterek, hem kendini korumaya, hem de politik İslamcı kimliğinden rahatsız burjuva kesimlere, silahlı-silahsız yüksek bürokrasiye gözdağı verme yönelimine girdi. AKP ve Fettullah Gülen medyası olup biteni tıpkı İtalya'daki gibi, "gladyonun tasfiyesi", bir "demokrasi hamlesi" olarak lanse etti. Devlet hiyerarşisi içinde varlığını ve işlerini resmen sürdüren kontrgerillanın üzerine şal örtmeye çalıştı. Son kırk yıllık kontrgerilla kıyımlarını, provokasyonlarını "Ergenekon"cularla izah etmeye girişti. Gözaltı ve ardı sıra gelişen süreçlerde yer yer, kağıt üzerindeki kimi hukuk normlarını ihlal etti ve bunu meşrulaştırmaya çalıştı. Devrimci ve yurtsever harekete çamur atmak için, "derin devletin sol bağlantıları" demagojilerine girişip, bu konuda tam bir yalana dayalı psikolojik savaş kampanyası geliştirdi.
Bu koşullarda devrimci ve antifaşist partilerin, grupların sürece müdahalede farklı duruşlara girdikleri görüldü.
Bir ölçüde geç kalsalar da, duruma faşist rejimin, kontrgerilla cumhuriyetinin teşhiri, kirli savaş süreci suçlarının gündemleştirilmesi, katliamların, yargısız infazların, faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, faşist provokasyonların diktatörlükle açık ilişkisi içinde gözler önüne serilmesi ve hesap sorma bilincinin, pratiğinin geliştirilmesine çalışanlar ilk grubu oluşturdu. Faşist 12 Eylül cuntasından bir kaç ay sonra Kamışlı'da Kawa yönetici ve üyelerini katletmekten Susurluk bağlantılarına ve JİTEM yöneticiliğine, gözaltında kayıplardan Sapanca-Adapazarı-Düzce hattındaki yargısız infazlara uzanan kimlikleriyle dava kapsamındaki bazı sanıklar gelişmelere politik müdahale için gerekli dayanakları sağlıyordu.
Devrimci ve antifaşist parti ve grupların bir bölümü ise, sürece AKP'nin kendi hedefleriyle müdahale etmiş olmasını esas alarak, tarafsız veya savaş dışı kalmayı yeğlediler. Onlara göre (kimse tersini iddia etmese de) AKP'nin amacı demokrasi değildi, rejimin hukuk normlarını çiğneyen uygulamalar yapılıyordu, bu iç dalaştan halklarımız lehine bir şey çıkmazdı vb. Dava kapsamında, adları ve suçları iyi bilinen kontrgerilla yöneticilerinden ve mensuplarından yola çıkılarak yürütülecek ciddi bir politik çalışmayla, AKP'nin çizdiği sınırların yerle bir edilmesi imkanını yok sayıyorlardı. Tam bir politik mecalsizlik ve bir ölçüde de AKP'ye karşı laikliğe yakın durma ruh hali tarafından yönetildikleri görünüyordu.
Üçüncü grup ise, laik Cumhuriyet'e karşı bu politik İslamcı hamleye göğsünü siper etme ve bir ABD oyununu bozma adına (!) kontrgerilla suçlularıyla omuz omuza durmayı tercih etti.
Süreç, siyasi teşhirin değişik biçimleriyle, politik gösterilerle, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da Cumartesi Anneleri'nin oturma eylemleriyle, faili meçhuller konusundaki çalışmalarla, gözaltında kayıplardan bazılarının mezarlarına yıllar sonra ulaşılmasıyla, kışlalardaki veya asit kuyularındaki "toplu mezarların" varlığına kitlelerin ikna oluşuna yol açacak gelişmelerle, kontrgerillanın bir parçası olan, işkence, tecavüz ve katliam makinesi JİTEM'in suçlarının deşifrasyonuyla, özellikle geniş Türk emekçi ve ezilen yığınlarının, diktatörlüğün-burjuva ordunun halk düşmanı, kanlı gerçeğiyle yüzleşmelerini, ırkçı-faşist provokasyonlarını tanımalarını sağlayan bir kanal yaratılabildiğini gösterdi. Bunda iç çelişkiler nedeniyle, burjuva medyanın bir bölümünün tüm bunları şu ya da bu ölçüde yansıtması da rol oynadı elbette. Fakat bu sürecin doğasına uygun ve beklenen bir durumdu zaten. Kuşkusuz çok daha ileri gidilebilir, güçlü bir politik kitle çalışması ve birleşik mücadele yoluyla "adalet" talebi etrafında diktatörlüğe karşı bir kitle seferberliği gerçekleştirilebilir, örneğin faşist 12 Eylül cuntacılarıyla hesaplaşma vb. görevler takvimsel protesto etkinlikleri olmaktan çıkarılabilirdi. Demirellerden, Çillerlerden, Güreşlerden, Ağarlardan, Menzirlerden, Ünal Erkanlardan başlayarak pek çok suçlunun sanık sandalyesine oturtulması, faşist rejimin kurumsal gerçekliğinin ve halklarımıza karşı suçlarının gözler önüne serilmesi yönünde birikim yaratılabilirdi. Apolitik, "tarafsız kalma" tavrının, "taktiğinin" bu olanakların sorumsuzca heba edilmesi ve tam bir politik iddiasızlık olduğu hiç değilse gelinen aşamada yeterince açıktır.
Devrimci hareketin süreçten öğrenmesi, yeni dönemdeki ve gelecekteki mücadeleler ve mevzilenişler bakımından büyük bir öneme sahiptir.
Faşist diktatörlük, yüzü kitlelere dönük kesintisiz politik faaliyeti sürdürmede ısrar eden, meşru mücadele hattını, devrimci yer altı ve devrimci zor araçlarını geliştirerek ilerlemek istenen partilere karşı birikmiş ve takviye edilmiş tüm imkanlarıyla saldırılarını aralıksız sürdürdü. Dönem boyunca kesintisiz süren takip, kitlesel tutuklama, kent ve kır güçlerini niteliksel zayıflatma, önderlik faaliyetlerini ve yapılarını tahrip etme yönelimli bu faşist saldırılar, Mercan vadisi katliamında görüldüğü gibi toplu imha boyutlarına vardırıldı.
Geldiğimiz aşamada devrimci hareketin tablosunda öne çıkan gerçeklikler şunlardır;
Faşist diktatörlüğün saldırı ve darbelerine karşın, siyasi çizgilerine ve devrimci stratejilerine bağlı politik pratikte ısrar edenler. Ki onlar, böylelikle devrimci hareketin ağır darbelerden sonra içe dönme, politik iddia kaybına uğrama, krize sürüklenme karşısında devrimci bir duruş sergilediler. Bu çok önemli bir niteliksel kazanımdır. Kağıt üzerindeki politik çizgi ve stratejileriyle bağlarını pratikte aşırı zayıflatan veya bütünüyle koparanlar uzun yıllardır ağır ağır derinleşen bu durum, hala köklü aşamaması, amaçtan kopma ve kendini amaçlaştırmanın ifadesi olan çok ciddi bir ideolojik kanamadır.
Politik varoluşları ve pratikleri bir "gizli dernek" ve onun demokratik çalışmalarından öteye geçmediği halde "devrim", devrimcilik" üzerine fazlasıyla büyük laf eden, devrimci yapılara bol bol "reformistlik" ve "liberallik" etiketi yapıştıranlar. Bu devrimci lafazanlığın kaynağı ve ağır bir ideolojik yozlaşma biçimidir.
Bunlardan ayrı olarak 1920'lerden günümüze "önderliği koruyamama" yapısal sorunu, dönem içinde de devrimci hareketin en geri yönünü oluşturdu. Öncesi bir yana, devrimci parti ve örgütler çeyrek asırdır, ister dağlarda konumlandırsınlar, isterse de kentlerde, belirli bir düzeye vardırdıkları politik mücadeleler içinde önderlik kadrolarını koruma başarısı gösteremediler. Ele alınan süreçte en çarpıcı biçimi Mercan vadisinde şehit düşen ve onlarca yılın ideolojik, siyasi, örgütsel deneyimi, birikimi, politik kararlılığını ve hafızasını kişiliklerinde toplamış önder kadrolarda cisimleşen bu sorunun derin stratejik bir anlam taşımaktadır.
Öte yandan, PKK'nin yeni konumundaki birkaç yıllık uluslararası destekli burjuva çözüm beklentilerinin ve daha önce ele alınan sürecin ardından bir politik atılıma geçerek gerilla mücadelesi ve serhildanlara varan ulusal kitle hareketiyle faşizme ve ulusal inkara karşı savaşımı yükseltmesi ve Kuzey Kürdistan'da ulusal kurtuluşçu devrimin yeniden doğrulması, PKK'nin emekçi soluyla, özellikle de komünist ve devrimci partilerle, gruplarla mesafeli olma pratiğini değiştirmesini koşulladı. Ulusal başkaldırının bu yeni yükselişi, sosyal şovenizme teslim olanlar dışında, antifaşist ve devrimci hareket bakımından da moral yükselten bir etkene dönüştü.
Antifaşist ilerici yasal partiler sokak mücadelesine dair tüm vurgularına karşın dönem içinde seçimlere endeksli siyasi faaliyet tarzını ve ittifak anlayışını esas aldılar. İşçi sınıfı ve ezilenlerin "gündelik" sorun, talep ve özlemleri temelindeki mücadeleyi yasaların tanıdığı sınırlar ve biçimlere hapsetme çizgisini izlediler. İşçi sınıfı ve emekçi memur sendikalarında meşru mücadele çizgisinden geriye düşerek, mücadeleyi ortaklaştırma eğilimini terk ederek veya küçük burjuva reformist ittifaka dayalı inisiyatiflerini de aynı tarzda kullanarak, demokratik kitle örgütlenmelerinde birikmiş enerjiyi etkisizleştirdiler.
Küçük burjuva reformizminin bir bölümü (ÖDP), sürece, sosyal şovenist pratiklerle, 19 Aralık sonrası ölüm orucu direnişi karşısında, diktatörlüğün dolaylı yedeğine dönüşen tavırlarıyla girmişti. Diğer bölümü (EMEP) ise, ulusal hareket ve öteki antifaşist yasal partilerle kurulacak bir bloğu siyaseten var olmanın tek imkanı sayan politik gelişim stratejisine bağlı olarak, sosyal şoven eğilim ve pratiklerinde gözle görülür bir değişime gitti. Doğru yönde olumlu adımlar attı. Farklılıklar bir yana, antifaşist hareketin sorunlara yaklaşımında, pratik mücadelesinde ve ittifak vb. anlayışlarında belirgin öğe, faşizmin burjuva demokrasisi yoluyla tasfiyeci çizgisiydi. PKK'nin o süreçteki, gerillayı politik mücadelenin dışında tutmaya dayalı "çözüm" hattı, antifaşist partilerin manevra imkanlarını arttırıyordu. Buna karşın, antifaşist partilerin umduklarının aksine, AB süreci, dönem içinde bir (burjuva) "demokratikleşme"yi, "sınıf mücadelesi için ise elverişli politik koşulları" doğurmadı. Rejimin yönetici güçleri, bazı geri adımlarla da olsa, egemenliklerini sürdürdü ve anayasal-yasal çerçeveyi korudular. Sokak mücadelesine dair tüm sözlerine karşın, dönem içinde seçimlere ve sendikal mevziler elde etmeye tabi kılınmış, siyasi faaliyet ve ittifak tarzını esas alan antifaşist, ilerici partiler, işçi sınıfı ve ezilenlerin güncel sorun ve talepleri temelindeki mücadeleyi yasal sınırlar ve biçimlere hapsetme çizgisi izlediler. İşçi sınıfı ve emekçi memur sendikalarındaki güçlerini veya küçük burjuva reformist ittifaka dayalı inisiyatiflarini de aynı tarzda kullanarak, demokratik kitle örgütlerinde birikmiş enerjiyi verimsizleştirdiler. Ya da örneğin, işçi sınıfı ve ezilenlerin ileri bölükleri, İstanbul'da 1 Mayıs etrafındaki, Şişli Abide-i Hürriyet kuşatmasını ve Taksim yasağını kırma hamlelerine giriştiklerinde, EMEP örneğinde olduğu gibi, kitle kuyrukçuluğu zihniyetini, taraftarlarını bu politik mücadelenin dışında tutma ve Türk-İş ile birlikte hareket etmeye vardırabildi.
Ne var ki; antifaşist, ilerici yasal partilerin, dönem içinde, seçim başarılarını da kapsayan tempolu bir politik gelişim, hatta sıçrama ve önemli bir toplumsal muhalefet gücü haline gelme beklentisi boşa çıktı. Tersine, sürece gerileme damgasını vurdu. Bu durum krizlere, umut kırılmasına, yorgunluk ruh haline ve çıkış arayışlarına bağlı bölünme, parti içinde iki parti biçimindeki parçalanma, "sınıf ve emek mücadelesine ağırlık verme" adına, ulusal sorundaki zor görevlerden kaçış, sosyal şoven "yurtsever cephe" zihniyet ve pratiği gibi, bu partilerde değişik biçimlerde ortaya çıkan sonuçlara yol açtı. Tüm bu konuların yeni süreçte de antifaşist, ilerici partiler üzerindeki ağır bir baskı kuracağı, yine Kürt ulusal hareketiyle ilişkilerde, ittifaklarda, silahlı mücadele faktörünün ve Türk halk yığınlarının geniş kesimlerinin şovenist etki altında olmasının ciddi bir iç gerilim konusu olacağı görülüyor. Dönem içinde, gençlik saflarında meydana gelen uyanış ve mücadele dinamiklerinden kendilerine akan enerjiyi ne kadar etkin, ne kadar verimli değerlendirebilecekleri sorunu da, bu partilerin geleceklerinde önemli bir rol oynayacaktır. Sınıfsal ve ulusal çelişkilerin nesnel düzeyi, işsizlik ve yoksulluğun ulaştığı boyutlar, toplam nüfus içinde önemli bir ağırlık oluşturan gençliğin ekonomik ve sosyal durumu, çeşitli tipten adaletsizliklere duyulan öfkenin yaygınlığı ve şiddeti, işçiler, emekçiler ve yoksullar için toplumsal koşulları daha da ağırlaştıran ekonomik krizin sürecek etkileri, yönetememe krizinin diktatörlüğün güçlerini yıpratan, itibarsızlaştıran sonuçları, devrimci hareketin politik gelişimi için asıl meselenin kendi durumu olduğunu ortaya koyuyor. Şüphe yok ki, siyasi kafa açıklığına ve nitelikli bir örgütsel güce dayanarak sürecin yükselen dinamiği haline gelmek tümüyle olanaklıdır.
Yüzü kitlelere dönük, işçi sınıfı ve ezilenlerin sorun, talep ve özlemlerini gündemleştiren, onlarla duygu bağı kurmayı başaran bir politik çalışma, tüm diğer faaliyetlerin gelişim koşuludur. Politik kitle çalışmasının süreklileştirilmesi, politik faaliyet alanları genişletilerek ilerici potansiyelin ve uyanış halindeki güçlerin enerjisinin devrimci mücadeleye akıtılması, yalnızca kendi faaliyetinin değil, örgütsüz ilerici potansiyeli ve siyasi yaşama gözlerini yeni açacak kesimleri de bağrında toplayabilecek örgütsel biçimlerin var edilmesi dönemin önde gelen görevleridir. Faşizmin toplumsal çürütme saldırıları ve sınıf bilincini körelten politik İslamcı etki dikkate alındığında, emekçilerin, yoksulların ve ezilenlerin aidiyet duygusunu, işçi-emekçi onurunu, dayanışma ruhunu ve pratiğini güçlendirecek, toplumsal, kültürel, sanatsal çalışmalar, özgün ihtiyaçlar arasında önemli bir yer tutacaktır. Asıl mesele ise, bu vazgeçilmez görevleri yerine getirecek devrimci parti ve grupların faşist diktatörlükle, sivil faşistlerle, patronlarla veya diktatörlüğün dolaylı tipten çeşitli araçlarıyla mücadelede öncü bir irade olmayı başarabilmeleridir. Barışçıl yöntemlerle girişilen hak arayışlarının bile karşı devrimci zorla bastırıldığı siyasal koşullarda, öncü ve örgütlü kuvvetlerin yerine getirebileceği tipten görevler konusunda, işçi sınıfına ve ezilenlere yaptıkları çağrıların üzerine oturan "hesap devrimle sorulacak", "hesabı halk soracak" tarzında basmakalıp sözlerin arkasına gizlenen, zulüm ve adaletsizliklerin, sözlü-yazılı teşhiriyle yetinen parti ve grupların, içinde şekillendiği faşist zorbalık koşullarının, işsizlik terörünün, yenilgilerin, umutsuzlukların cenderesinde sinmiş yüreklerde, büyük mücadeleler ve özveriler için yeni duygular uyandırması boş bir hayaldir. Kitlelerin devrimci savaşımın öznesi haline gelmesi perspektifiyle, politik mücadelenin, kitlelerin böyle bir yönde ilerlemesini hazırlayacak biçimlerini birbirinden ayıran zihniyet veya pratik sürdükçe, işçi ve ezilenlerin salt kavrayış düzeyleriyle değil, duygularına bağlı saflaşmalarla hareket ettiklerini görmemekte ısrar edildikçe, devrimi örgütleme iddiası, iddia olmaktan öteye gidemeyecektir.
Mesele dar anlamda faşizmin işlediği suçların hesabının sorulması değildir. Aynı zamanda ve daha da önemlisi, her günkü sınıf mücadelesi içinde ortaya çıkan siyasi, ekonomik ve toplumsal çarpışmalarda, zorun değişik biçimlerini kullanarak caydırıcı olamaya, irade kırmaya, umutsuzluk ve yılgınlık yaratmaya, örgütlenme girişimlerini boğmaya çalışan faşizm, sermaye ve sivil faşistler üçlüsü karşısında ezilenlerin yaptırımcı bir iradesi olabilmektir. Ya da aynı zihniyeti, sınıf savaşımının değişik özel anları ve görevleri bakımından pratikleştirmektir. Denilebilir ki, devrimci hareketin kendisini tekrar tekrar üretmesi gereken temel konulardan biri, kitle çalışmasını ve politik kitle ajitasyonunu süreklileştirmekse; öteki de, siyasal mücadeleyi devrimci zorun değişik biçimleriyle sürdürme ve ilerletmedir. Tempolu bir yürüyüş ve sıçramalarla gelişim ancak bu iki ayağın üzerine sıkıca basılmasıyla olanaklı olacaktır... Devrimci hareket aynı zamanda her günkü ekonomik-demokratik mücadele içinde kaybolup gitmemek, bir politik kitle hareketi yaratma perspektifinden kopmamak, günlük çalışmalar içinde temel stratejisini gözden kaçırmamak zorundadır. Bu konularda yeni bir iradi düzey gerekli ve zorunludur... Devrimci, yurtsever ve antifaşist parti ve grupların sömürgeci faşist diktatörlüğün ve sermayenin, işçi sınıfı ve ezilenlere dönük politik ve ekonomik saldırılarına karşı mücadelede, eylem birlikleri ve daha ileri ittifak biçimlerini geliştirmeleri görevi önemini sürdürmektedir. Bu salt protestocululuğu aşıp kazanımlarla ilerlemek için hazır güçlerin bir araya toplanması için değil, aynı zamanda potansiyel kuvvetleri harekete geçirmek ve ileri kitlelerin moral ihtiyaçları bakımından da gerekli ve işlevli bir yoldur. Grupçu sekterliklerin ve apolitik dayatmacılıkların gücüne ve mücadelenin genel gelişiminin ihtiyaçları karşısındaki dar kafalı sorunsuzluklara karşın bu konuda tüm imkanların devrimci tarzda değerlendirilmesi hattında ısrar edilmelidir.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da sınıfsal ve ulusal mücadelenin üzerinde yükseldiği ve yükseleceği nesnel çelişkiler zayıflamak bir yana daha da güçleniyor. Emperyalist küreselleşme politikalarının yarattığı toplumsal koşullar düzenin girdiği ekonomik kriz tarafından dayanılmaz boyutlara vardırılıyor. İşsizlik ve yoksulluk tutuşmaya hazır bir yanıcı maddeye dönüşmüş durumda. İşçi sınıfının ve ezilenlerin söz, basın, gösteri, toplantı, örgütlenme ve Kürt halkının ulusal kaderini tayin özgürlüğü talebi anayasal-yasal faşist cenderede boğulmaya ve faşist devlet terörüyle ezilmeye çalışılıyor. Kürt halkımızın ulusal kimliğini tanımadan, "alt kimlik" çerçevesinde verilen ödünler yatıştırıcı olmak yerine mücadele azmini güçlendirici, kazanma umudunu büyüten etkiler yapıyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin en sıradan burjuva demokratik hak ve özgürlük istem ve eylemlerinin faşist zorla, terörle bastırılmaya çalışılmaya çalışıldığı koşullarda inisiyatif geliştirici hamlelerle yürümenin önemi daha da artmıştır.
Ordu güdümlü sömürgeci faşist rejimin her bakımdan daha fazla zorlandığı bir gerçektir ve bu artık rejimin ve sistemin hemen her düzeydeki sözcüleri tarafından da dile getirilmektedir. Kemalist hegemonyanın ''birleştirici, yönlendirici niteliklerini yitirdiği''ni son yılların bütün veri ve gelişmeleri tarafından da doğrulanmaktadır. Rejimin yönetememe krizini derinleştiren ve sorunu bir cumhuriyet krizi haline getiren bütün sorunlar ve temel nedenler yerli yerinde duruyor. Alevilerin ve politik İslamcıların kendilerine biçilen statükoyu reddetmeleri, ama belirleyici olarak da Kürt ulusal gerçeğinin kendisini dayatması ve Kürt ulusal devriminin yeniden doğrulması, güç dengelerini temelden etkilemeye devam ediyor. Halklarımızın barış, adalet, eşitlik ve özgürlük talebi ve mücadelesinin baskısı, faşist rejimi daha fazla kuşatacaktır. Son ekonomik krizle, yoksul-zengin kutuplaşmasının daha da keskinleşmesi ve yoksulluk kutbunun yeni güçlerle büyümesi, rejimin ve kapitalist sistemin manevra olanaklarını daha da sınırlamaktadır. Açlık sınırında ve altında yaşayanların sayısı milyonlara ulaşmıştır. Bütün bunlar, sınıfsal, toplumsal ve ulusal çelişkilerin kazandığı boyutları, geniş işçi, emekçi ve ezilen kitlelerin saflarında biriken patlayıcı maddeleri göstermektedir. Kuzey Kürdistan'da yeniden doğrulan ulusal kurtuluşçu devrim, batıda da kendi birleşik devrimci kanallarının önünün açılmasını yeniden zorlamaktadır. Tam da burada, önderlik boşluğu sorunu, bütün yakıcılığıyla gündemimizde durmaktadır. Ve dahası, önderlik boşluğu günümüzde daha da ağırlaşmıştır. Bu alandaki boşluk ya da zayıflık tüm gelişmelere ve bütün bir sürece damgasını vurmaya devam etmektedir. Partimiz, iktidar bilinçli bir örgütlenme ve mücadele çizgisinde ısrarlı davranarak, önderleşerek, devrimin zaferine kilitlenecektir.

Yaşasın Marksizm-Leninizm!
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Devrimin Zaferi İçin Yaşasın MLKP!

15 Ağustos-1 Eylül 2009
MLKP 4. KONGRESİ