AB'NİN SİYASİ KRİZİ VE GELECEĞİ
Share on Facebook Share on Twitter
 
Diğer yazılar
 

AB, oldukça hızlı büyüyor. Bu büyüme süreci özellikle Alman emperyalizmi tarafından yönlendiriliyor ve teşvik ediliyor. Geçen sene AB'ye on ülke katıldı. Bulgaristan ve Romanya ile de üyelik antlaşmaları imzalandı. Türkiye ve Hırvatistan ile üyelik müzakereleri 3 Ekim'den sonra başladı. Diğer Balkan devletleri de sıradalar. AB'nin düşünce üretme merkezlerinde Ukrayna'nın, Beyaz Rusya'nın ve Moldavya'nın üyelikleri üzerine fikir jimnastiği yapılmakta. Genişlemesinin sonucunda AB, 35 devletli bir serbest ticaret bölgesine de dönüşebilir veya ulusal devletlerin bir iç pazarı olarak yeniden yapılandırılabilir.

Her şey 1957'de Roma Antlaşmasıyla başlamıştı. Avrupa Ekonomik Topluluğu (Ortak Pazar) bu anlaşma üzerine kurulmuştu. 1957'den sonra 30 sene boyunca yeni bir antlaşma imzalanmadı. Ancak 30 sene sonra, ekonomik entegrasyonu derinleştirmek ve kapsamlaştırmak için arka arkaya antlaşmalar imzalandı: Tek pazar oluşturma amacıyla 1987'de Avrupa Birlik Aktı (Avrupa Tek Senedi 1992'de Maastricht; 1997'de Amsterdam; 2000'de Nice Antlaşmaları imzalandı ve nihayetinde Avrupa Birliği Anayasası gündeme geldi. Hazırlanan anayasa, bazı üye ülkelerde parlamentoda oylamaya sunulurken, bazı ülkelerde de referanduma gidildi. Referandumlardan alınan sonuçlar AB'nin ne denli derin bir kriz içinde olduğunu, ekonomik bir entegrasyon olmaktan öteye geçemediğini bütün çıplaklığıyla gösterdi. Söz konusu anayasa temelinde federatif süper AB devleti kurma çabası şimdilik hayal oldu.

Bütçe tartışmaları ve anayasanın onaylanması süreçlerinde patlak veren siyasi kriz, doğrudan AB'nin geleceğini sorgulayan anlayışları yansıttı. Anayasalı bir AB, Batı Avrupa merkezli yeni bir hegemonya düzeninin kurulmasında, bütünlüklü bir dış politikanın ve militarizmin oluşturulmasında önemli bir adımdır. Siyasal birliğin sağlanması için ilk bağlayıcı adımları anayasanın oluşturacağı tartışma götürmez. Bu adımın atılması AB'yi, ABD karşısında daha güçlü kılacak ve dünya pazarlarında rekabet yeteneğini artıracaktır. Bu anlamda anayasası olan bir AB, anayasası olmayan bir AB'den daha güçlü olacaktır.

Şöyle veya böyle, her halükarda AB bugüne büyüyerek ve genişleyerek gelmiştir. Onun büyümesi ve genişlemesi, şimdiye kadar gündeme gelmemiş olan çelişkilerini gündeme getirmiştir; Gündemde olan siyasal kriz, AB'nin iç çelişkilerini, iç ve dış rekabetini büyüterek büyüdüğünü ve genişlediğini göstermektedir.

Büyüyen ve genişleyen AB, aynı zamanda derinleşiyor mu? Derinleşme söz konusu olduğunda görüşler ikiye ayrılıyor: Derinleşmeden bir taraf demokrasi ve refah anlıyor. Bu taraf genellikle AB'ye umut bağlayanlardan oluşmaktadır. Diğer tarafı oluşturanlar, başta da Almanya ve Fransa, derinleşmeden "AB'nin hareket yeteneğini" muhafaza etmesini anlıyorlar. Derinleşmek-ten ve "AB'nin hareket yeteneğini" muhafaza etmesinden bu ülkelerin anladığı, kendilerinin önder olduğu bir "çekirdeğin" oluşturulmasıdır. Böylece onlar, AB'nin gelişmesini ve geleceğini şimdiye kadar olduğu gibi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecekler. Diğer üye ülkelere düşen görev ise, bu "çekirdek" etrafında, bu "çekirdeği" sarmalayan bir çeper oluşturmaktır.

AB'nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkeleri, genişlemenin yanı sıra derinleşen AB'den, üyelerin eşit haklara sahip olmadıkları bir AB anlıyorlar.

Anayasa, bu durumu meşrulaştırmak, yasallaştırmak için hazırlanmıştı. Ama öncelikle de, bunu isteyen ülkelerden biri olan Fransa'da reddedildi.

Söz konusu anayasa ne derece demokratiktir? Demokrasi üzerine tumturaklı söylemlerin hiçbir anlamı yok. Şayet birgün uygulanmaya konursa bu anayasa AB'yi, ABD kadar "demokratik" yapacaktır. ABD, ne kadar demokratikse, AB de o kadar demokratik olacaktır. Çünkü bu anayasa, Almanya-Fransa ikilisi önderliğinde Avrupa merkezli yeni bir hegomen gücün oluşması için hazırlanmıştır. Bu anayasa, neoliberal "değer"ler üzerine kurulmuştur. Amerikan emperyalizminin çoktandır uyguladığı neoliberal "değer"ler AB anayasasında yer alıyor. Bu anlamda, oluşması amaçlanan hegomen güç, söz konusu neoliberal "değerleri"yle en aşağı ABD kadar demokratik olabilir. En aşağı diyoruz, çünkü anayasa, Amerikan emperyalizminin neoliberal "değer"lerinden daha da ileri gidiyor. Anayasa, "demokratik" diktatörlük kurmaya oldukça açık. Maastricht Antlaşmalarında yer alan neoliberal politika, anayasanın III. Bölümünde anayasalaştırılıyor. Bunu değiş-tirebilmek için oy çokluğu yetmiyor, oy birliği gerekiyor. Amerikan emperyalizmi, uyguladığı neoliberal "değer"lerini çıkarına uygun gördüğü zaman değiştirebiliyor. Ama anayasa, AB'ye neoliberal "deli gömleği" giydiriyor. Bugün AB ülkelerinde ekonomik, siyasal; bir bütün olarak toplumsal yaşam bu "değerler"e göre düzenleniyor. Bu neoliberal "değer"li anayasasıyla AB'nin ne kadar de-mokratik olacağını düşünmeye gerek var mı?

Kısaca: Anayasa, demokrasisiz bir AB öngörmektedir. Onun hazırlayıcıları ve ideologları ulusal ve AB çapında teknokratlardır; seçkinlerdir. Bu unsurlar, adım adım ilerleme stratejisinin; tek başına alındığında pek fazla bir şey ifade etmeyen, ama bütünselliği içinde önemli gelişmenin ifadesi olan "adım adım" stratejisinin ustalarıdır. Önce kömür ve çelik için ortak pazarla işe başlandı. Arkasından Ortak Pazar anlayışı geldi. Ortak Pazarın kurulması veya katılımcı ülkelerden bir iç pazarın oluşması belli kuralları, yasaları; anlaşmaları kaçınılmaz kıldı. Her kural, yasa ve düzenleme; daha doğrusu her anlaşma, daha başından sermayenin, metanın vs. serbest dolaşımına hizmet etmeliydi. 1987'de Avrupa Birlik Aktı (Avrupa Tek Senedi) bu amaçla imzalanmıştır.

Oluşturulan iç pazardan azami yararlanmak için tekellerin ortak para birimine ihtiyaçları vardı. Maastricht bu amaçla imzalandı. Ama ortak para birimi yetmiyordu. Bu ortak para biriminden; Eurodan azami yararlanmak için Birliğin hukuksal bir yapı; ortak bir dış politika ve güvenlik politikası üzerinde yükselmesi gerekiyordu. Yani ortak savunma üzerine kafa yorulmalıydı, bir ordu kurulmalıydı ve bu ordu AB'nin iradesini, AB sınırları dışında savunacak ve uygulayacak güçte olmalıydı.

Yani ekonomik birlikten, ortak paradan azami yararlanmak için siyasi bir birlik gerekliydi. Bu amaca Amsterdam Antlaşmasıyla kısmen ulaşıldı; daha doğrusu siyasal birliğe doğru gelişmenin yolu yasal olarak açıldı. Ama sonra Avrupa'nın, sadece Batı Avrupa'dan ibaret olmadığı, bu yaşlı kıtanın kuzeyinin, güneyinin ve doğusunun da olduğu hatırlandı! Bunun için de bir antlaşma gerekliydi. Öyle de oldu: Nice Antlaşmasıyla Güney ve Doğu Avrupa Alman ve Fransız sermayelerinin çıkarları gereği AB'ye eklendi. Bu da yeterli değildi. Bir Federal Avrupa Birliği devleti kurulması için adımlar atılmalıydı. Bunun ilk adımı, olsa olsa, üye ülkeleri, Alman ve Fransız tekelci sermayesi çıkarlarına bağlayan bir anayasa olabilirdi: Bu iki emperyalist ülke, kendi hakimiyetleri altında olan oldukça merkezileştirilmiş bir federal Avrupa Birliği devleti kurmayı amaçlıyor. Ne de olsa Fransa ve Almanya, aşiretler dönemi tarihinde akrabaydılar. Belki de bu nedenle yeni, modern bir Karolin İmparatorluğu kurmak istemişlerdi! Ama referandumların sonuçlarından da anlaşılacağı gibi, "evdeki hesap çarşıya uymadı"!

2004 yılı sonlarına doğru "kale Avrupa"nın gerçeklik olması için yeni tedbirler alındı. 25 ülke bakanlarının toplantısında (Brüksel) ortak bir sığınma sisteminin, AB Sınır Koruma Birliği'nin, polis güçleri ve is-tihbarat kurumları arasında daha sıkı bilgi mübadelesinin temelleri atıldı. Bu tedbirler "Haag Programı" adı altında toplandı.

AB, "temel hakları güvence altına alma" adı altında üye ülkelere, "illegal göçmenleri geldikleri ülkelere gönderme" hakkı veriyor.

"Haag Programı", bütün AB ülkeleri için geçerlidir; AB çerçevesinde seyahat ve göç düzenlemelerinin temelini oluşturmaktadır.

Hatırı sayılır her büyük siyasi kriz, o zamana kadar gizli kalan esas sorunların ve motiflerin açığa çıkmasını sağlar. Fransa ve Hollanda'da AB Anayasası'nın reddedilmesi, ardından bütçe sorunu ve patlak veren mali kriz, mevcut siyasi krizin patlak vermesinin vesileleri ve aynı zamanda nedenleri olarak görülmelidir.

AB sürecine baktığımızda her zaman birçok çelişkiyle, tartışmalarla, rekabetle karşılaşırız. AB içinde büyük ve küçük devletler arasında çelişkiler var. Alman-Fransız ikilisinin hakimiyetinden çekinen ülkeler var. Ama aynı zamanda bu ikilinin hakimiyetini, AB'nin itici gücü olarak görenler de var. Son zamanlarda da "eski" ve "yeni" Avrupa arasında çelişkiler gündeme geldi. Burada söz konusu olan, AB içinde ABD yanlısı devletlerin, Alman-Fransız iki-lisinin hakimiyetine karşı çıkmalarıdır. Tabii AB içinde fakir ülkeler-zengin ülkeler; yoksul bölgeler-zengin bölgeler ve yoksullar-zenginler çelişkisi de var.

AB, şimdiye kadar uyguladığı sübvansi-yon ve teşvik politikalarıyla iç çelişkilerini; çatışmalarını ve sürtüşmelerini kabul edilebilir sınırlar içinde tutabildi ve bundan dolayı da entegrasyon sürecinin ilerlemesi; AB'nin büyümesi ve genişlemesi önünde ciddi bir engel yoktu. Ama son yıllarda dünya ve AB ekonomilerinin sefil hali; neoliberal saldırıların sonucu olarak gelişen kitlesel muhalefet, dünya politikasında Amerikan emperyalizminin hegemon konumunu devam ettirmek istemesi ve bu doğrultuda adımlarını atmaya devam etmesi, yaşlı Avrupa'da ulusal çıkarların yeniden canlı olarak dile getirilmesine, vurgulanmasına neden oldu.

Irak Savaşı, AB'yi kelimenin gerçek anlamıyla ikiye böldü ve çokça sözü edilen ortak dış ve güvenlik politikasından veya konseptinden geriye hiçbir şey bırakmadı. Böylece AB'nin siyasi entegrasyon olarak bir arpa boyu dahi yol almadığı açığa çıktı.

Anayasa taslağı üzerinde güç bela anlaşma sağlayabildiler. Anayasanın kabulü ile AB, gelişmesinin yeni bir aşamasına girecekti: Bu sürecin sonunda Avrupa, ekonomik ve siyasi olarak birliğini sağlamış olacaktı. Yani bir biçimde "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulmuş olacaktı. Ama olmadı. Fransa ve Hollanda'da referandumlarla halkın anayasayı reddetmesi, bunu takip eden zirvelerde AB'nin önde gelen Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerinin birbirlerine girmeleri, Avrupa projesinin gerçekleşti-rilmesinin başka bir bahara bırakılmasına neden oldu.

ABD, AB'nin bir ulusal devletler birliği olarak kalması için Büyük Britanya'yı yönlendiriyor. Son dönemlerdeki açık çıkışlarıyla Britanya, Almanya-Fransa ikilisinin hegemonya planlarını gerçek anlamda sabote etti, evet darmadağın etti. Bu ülke başbakanı Tony Blair basına yaptığı açıklamada bunu şöyle dile getiriyordu:

"Bu, önemlidir. Çünkü Avrupa, Britanya'nın ittifaklar inşa edebileceği, kendini evinde hissedebileceği bir yapılanma içinde; içinde hakim görüşün olmadığı bir Avrupa; esnekliğin ve ilerlemenin olduğu bir Avrupa".

"Bu antlaşmaya ciddi bir şekilde bakan hiç kimse, onun federal bir süper devletin temelini oluşturduğunu iddia edemez. Bu, yeni bir Avrupa'dır. Bu yeni devletlerle masa başında buluşulduğunda bu fark hissedilebilir. Geleceğin Avrupa'sının nasıl şekillendirilebileceği sorusu üzerine mücadele var. Vergileri ahenkli yapmak veya dış ve savunma politikasında veto hakkını kaldırmak isteyenler var. Ama başka bir durum ortaya çıktı. Bunun yerine, Avrupa'nın, ulusal devletlerin Avrupa'sı olarak kalmasını teminat altına almak için ' ortak bir müttefik bulduk".

"Avrupa'nın, ulusal devletlerin Avrupa'sı olarak kalmasını teminat altına almak için bulunan ortak bir müttefik", Amerikan emperyalizminin desteğinden ve AB'ye üye olan -aynı zamanda NATO üyeleri- Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden başka bir şey değildi.

Böylece Blair, Avrupa'nın geleceğini biz (Britanya-ABD) dikte ediyoruz diyordu.

Blair, Britanya'nın, AB'nin şekillenmesine; AB projesine katılmasını bir zorunluluk olarak görmektedir ve Amerikan desteğiyle AB içinde Almanya-Fransa ikilisinin hakimiyetine karşı mücadele edebileceğine inanmaktadır. Yani o, AB'yi, NATO ve ABD ile çelişkili olmayan bir serbest ticaret alanı olarak geliştirme mücadelesinde ısrarlıdır.

Bunun ötesinde Blair bu mücadelesinde başka bir koza da sahip: Britanya Başbakanı, bu mücadelesinde AB'nin yeni üyelerini Amerikancı bir rotada örgütlemek ve bunların katkısıyla da AB'yi yeniden şekillendirmek amacındadır.

Blair, AB'nin bu yeni üyelerinin, yani aynı zamanda NATO üyesi de olan Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin, Avrupa'nın geleceği üzerine Britanya gibi aynı vizyona sahip olduğundan ve AB içinde bağımsızlıklarını korumakta kararlı olduklarından hareket etmektedir. Öyle ki Blair, bu ülkelerin ABD'ye "boyun borcu" olduğunu; "özgürlüklerine kavuşmalarında kendilerine yardım ettiğinin bilincinde" olduklarını ve bu dostluğu veya ortaklık ilişkilerini AB içinde de sürdüreceklerini savunmaktadır. Bu denli bir iddia, Britanya'nın AB vizyonunun örgütlü bir faaliyet olduğunu göstermektedir.

Açık ki, Britanya Başbakanı Blair'in AB-Avrupa vizyonu Almanya-Fransa ikilisinin etkisini kırmaktan, ABD'nin bir Avrupa gücü olarak kalmasını ve AB'yi Avrasya jeopolitikasında "demokratik köprübaşı" olarak kullanmasını sağlamaktan ibarettir.

Kısaca:

Savaşlara, yıkımlara, ayaklanmalara, devrimlere sahne olmuş yaşlı Avrupa, daha doğrusu onun bir bölümünü oluşturan AB, II. Dünya Savaşından bu yana en derin siyasi krizini yaşamaktadır. Fransa'da (Mayıs) ve Hollanda'da (Haziran) referandumlarla anayasanın reddi ve yine Haziran ayında gerçekleştirilen AB mali zirvesinin fiyaskoyla sonuçlanması, bu arada bir çok AB ülkesinin anayasanın onanması sürecini rafa kaldırmaları ve bunun AB zirvesinde de kabul görmesi; sonuçta zirvede hükümet başkanlarının "küfürleşme" derecesinde birbirleriyle dalaşmaları, o zamana kadar AB içinde yaşanan sert tartışmalara benzemiyordu. Son dönemdeki suçlama düellosu, AB'nin derin bir siyasi kriz içinde olduğunu gösteriyor. Açık ki, Avrupa Birliği projesi; ekonomik entegrasyondan siyasi entegrasyona geçiş projesi, emperyalistler arası çelişkilere; bu çelişkilerin ifadesi olan rekabet çıkmaz sokağına saplanıp kalmıştı.

Söz konusu siyasal kriz, AB'nin ekonomik bir entegrasyon olmaktan öteye geçmediğini ve kolay kolay da geçemeyeceğini göstermiştir.

AB, "ulusal" siyasi çıkarlara ve ulusal egoizmlere çarpmıştır.

Bu siyasal krizin patlak vermesinde birçok faktör rol oynamaktadır:

1- AB, üye ülkeler arasındaki bölgesel ve sosyal eşitsizliği belli ölçülerde azaltmak için maddi olanağa sahiptir. Ama küreselleşme bunu engellemektedir. AB ülkeleri sermayesi, artık, düşük ücret sunan ve az vergi alan ülkelerle küresel rekabet edebilmek için tarım sübvansiyonları, bölgesel fonlar ve başkaca sübvansiyonlar için harcama yapacak durumda değildir. Buna emeklilik, sağlık vb. sosyal sistemlerin finanse edilmesi de dahildir. Bu nedenle Britanya Başbakanı Blair, tarım sübvansiyonlarını saçma bulmaktadır. Çünkü tarım sübvansiyonları AB bütçesinin yüzde 40'ını oluşturmaktadır.

Ne var ki, bu harcamaları kaldırmak o kadar kolay değil. II. Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa ülkelerinde oluşan sosyal ve siyasal yapı; itina ile dengelenmiş bu yapı, bu türden harcamalar olmaksızın yıkılmaya mahkumdur. Bu yapıların yıkılması veya yıkılmasına neden olan adımların atılması, sadece ulusal siyasal bir krize neden olmaz, aynı zamanda AB ülkeleri arasında ulusal çıkarları karşı karşıya getirir ve böylece AB içinde ülkelerin karşılıklı rekabetini keskinleştirir. Fransa-Almanya ikilisi ile Britanya arasındaki "it dalaşı" tam da bu durumun açık bir yansımasıdır. AB içindeki son gelişmelerin gösterdiği gibi, sorun ulusal çıkarlara gelip dayandığında birleşik Avrupa'yı göklere çıkartan ülkeler ve bu ülke hükümetleri, gerçek yüzlerini göstermekte geç kalmıyorlar.

2- Amerikan emperyalizminin giderek ağırlaşan baskısı, siyasi krizin başka bir nedenidir. Irak Savaşından bu yana Amerikan emperyalizmi, dünya hegemonyası mücadelesini desteklemeyen AB üzerindeki nüfuzunu, bu birliğin uluslararası arenada bir rakip olarak gelişmesini engellemek için yoğun olarak kullanmaya başlamıştır. Bu çabasında Amerikan emperyalizmi başarılı olmuş ve görünen o ki, şimdilik amacına ulaşmıştır. ABD, "eski"-"yeni" Avrupa'yı gündeme getirmiş ve "yeni" Avrupa diye tanımlanan AB'nin Doğu ve Orta Avrupa'daki üyelerini yanına çekmiş ve "eski" Avrupa'nın bazı ülkeleriyle birlikte Irak Savaşı nedeniyle AB'yi ikiye bölmüştür.

Amerikan savunma bakanı Donald Rumsfeld, yaptığı açıklamayla ABD ve AB arasında; ABD+Britanya ikilisi ile Almanya+Fransa ikilisi arasında emperyalist savaş üzerine veya ABD'nin savaş planlarına karşı oluşmuş olan ve ilk Körfez Savaşından (1991) bu yana giderek belirginleşen çatlağı/çelişkiyi dile getirdi. Bir gazetecinin sorusu üzerine Rumsfeld şöyle diyordu: "Avrupa dendiği zaman Almanya ve Fransa'yı anlıyorsunuz. Ama ben böyle anlamıyorum. Bu, eski Avrupa'dır. Avrupa'nın çok sayıda başka ülkelerine bakınız. Onlar bu sorunda Fransa ve Almanya ile aynı görüşte değiller. Onlar ABD'nin yanındalar".

ABD, Avrupalı bu müttefiklerine şimdiye kadar bu sertlik ve açıklıkta saldırmamış ve AB çerçevesinde Avrupa'nın birliğini soru götürür olarak görmemişti veya böyle bir açıklamada bulunmamıştı.

Amerikan emperyalizmi, Avrupa'da Almanya ve Fransa'ya muhalif ve kendi kontrolü altında bir nüfuz alanı oluşturma niyetini dile getiriyordu.

Fransız ve Alman tekelci burjuvazisinin önünde fazla alternatif yoktu: Ya ABD'nin isteğine boyun eğecekler ve böylece AB'nin açıktan açığa Amerikan emperyalizminin protektoratına dönüşmesine razı olacaklardı ya da "yalancı pehlivanlık" yaparak güya ABD'ye karşı geldiklerini göstereceklerdi. AB ülkeleri tekelci burjuvazisi, özellikle de Alman ve Fransız tekelci burjuvazisi bu ikilemden kurtulamamıştır.

ABD-AB çelişkisinde B. Britanya, ABD'nin yanında yer almaktadır. Bu ülke, AB içinde Almanya-Fransa ikilisine karşı Amerikan emperyalizminin ortağı olarak hareket etmiştir ve etmektedir.

Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin ABD yanında yer almalarının bir nedeni de Fransız-Alman hakimiyetinden ve Fransa-Almanya-Rusya ekseninden çekinmeleridir.

Aradan geçen zaman AB'nin içinde bulunduğu bahsi geçen ikilemi ne önemsizleştirmiş veya ne de ortadan kaldırmıştır. Aksine "eski" Avrupa içinde de ABD'den yana tavır alınmalıdır seslerinin yükselmesine neden olmuştur.

Aradan geçen zaman Almanya ve Fransa'ya, Amerikan emperyalizmi ile Avrupa'da veya uluslararası arenada "aşık atabilmek" için mevcut potansiyellerinin hiç yeterli olmadığını ve güç olarak da AB'ye güvenilemeyeceğini göstermiştir. AB'nin, ABD karşısında ciddi ciddi "horozlanması" başka bir bahara kalmıştır.

3- Birkaç yıldan bu yana emperyalist savaşa ve neoliberal saldırılara karşı oluşan ve dönem dönem yüz binlerle, milyonlarla ifade edilen toplumsal muhalefet, AB'de siyasi krizin patlak vermesinin en önemli nedenlerinden biri olarak görülmelidir.

Dünya çapında emperyalist küreselleş-meye karşı gelişen hareket, Avrupa'da Avrupa Sosyal Forumu olarak örgütlendi ve doruk noktasına 2003 Şubatında Irak'a karşı emperyalist savaşı durdurma eyleminde ulaştı. Milyonlarca savaş karşıtı, aynı zamanda neoliberal saldırıları da protesto etmek için sokakları doldurdu. Milyonların savaş karşıtlığından bazı Avrupa ülkelerinde hükümetler kendi çıkarları için yararlanmaya çalıştılar. Bunların başında ABD'nin Irak'a saldırmasına karşı olduğunu açıklayan Fransa ve Almanya gelmektedir. Bu ülkelerde tekelci burjuvazinin hükümetleri savaşı kendi sermayelerinin çıkarları temelinde reddetmişler ve savaş karşıtı hareketi de kendi çıkarları için kullanabilmişlerdi. Örneğin Almanya'da Sosyal Demokrat-Yeşiller koa-lisyonunun seçimleri yeniden kazanmasında (2002) savaş karşıtı görünmesinin önemli bir payı vardır.

Ama bu ülkelerde yığınlar, 'hükümetle-rimiz savaşa karşılar, öyleyse bizde savaşı protesto etmek için sokağa çıkalım' düşüncesiyle savaşı protesto etmek için sokağa çıkmamışlardı. Onların savaşa karşı olma mo-tifleriyle hükümetlerin savaşa karşı olma motifleri birbirinden temelden farklıydı: İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet eden savaşı ve militarizmi protesto ederlerken, hükümetler, ABD'ye karşı kendi emperyalist çıkarlarını savunma motifiyle emperyalist savaşa karşı çıkıyorlardı.

Kitlesel kronikleşmiş işsizlik, tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanmış neoliberal politikaların uygulanmaya konması; emeklilik, sağlık, eğitim vb. alanlarda elde edilmiş sosyal hakların makaslanması, çalışma yaşamının düzensizleştirilmesi son birkaç yılın Avrupa'sında tekelci burjuvazi-nin temel politikaları olmuştur. Bütün bunlar yüz binleri sokağa dökmüştür.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlarla burjuvazi arasındaki bu çelişki giderek daha çıplak olarak açığa çıkmış ve bu ülkelerde toplumsal ve siyasal yaşamın şekillenmesinde belirleyici faktör olmuştur. Bu nedenle Fransa'da AB anayasasının reddinde yığınların bu ülkede neoliberal politikalara ve saldırılara karşı oluşları önemli bir rol oynamıştır: Yani Fransa'da seçmenlerin çoğunluğu, ana-yasaya sadece, tekellerin anayasası olduğu için hayır demedi. Uygulanan neoliberal politikaların; demokratik, ekonomik ve bir bütün olarak elde edilmiş sosyal kazanımların rafa kaldırılmasında ifadesini bulan neoliberal saldırıların anayasanın reddedilmesinde belirleyici bir rol oynadığı tartışma götürmez.

Referandum sonuçları, bu ülkelerde hükümetlere duyulan güvensizliğin ifadesiydi. Anayasayı onama sorununda patlak veren krizin başka ülkelere de sıçramasını engellemek için anayasayı onama süreci bazı AB ülkelerinde donduruldu.

Dolayısıyla bu ülkede AB anayasasının reddi sadece, anayasanın geniş yığınlar tarafından antidemokratik olduğunun kavranmasının bir sonucu olarak görül-memelidir. Aynı durum Hollanda için de geçerlidir. Bu ülkede de anayasanın reddinde ülke çapında ve AB çerçevesinde neoliberal politikalar ve saldırılar önemli bir rol oynamıştır. Öyle ki, Almanya'da hükümet erken seçime gitmek zorunda kalmıştır.

Belirttiğimiz nedenlerden dolayı Fransa'da AB anayasasının reddi sonucunda ülkede siyasi bir kriz patlak vermiştir. Almanya'da da patlak veren siyasi krizin nedeni aynıdır.

Emperyalist küreselleşme koşullarında dünya pazarlarında iddialı olmak için neoli-beral politikaları uygulamaktan başka yolu olmayan Fransa'da Fransız tekelci burjuvazisi, neoliberal ve Amerikancı bir siyasi rota izleyen N. Sarkozi'yi, devlet başkanı Jacques Chirac'ın halefi olarak hazırlıyor.

Almanya'da erken seçim arifesinde koa-lisyon hükümetinin sosyal demokrat kanadı Agenda 2010'da kararlı olduğunu ve Almanya'nın dünya pazarlarında iddialı olması için neoliberal politikaların kararlıca gerçekleştirmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

4- Kıta Avrupa'sı ile B. Britanya arasındaki çelişki de AB'nin siyasal krizinin bir nedenidir. Kıta Avrupa'sındaki bu gelişmeleri izleyen Blair, bu ülkelerdeki ve genel olarak AB'deki siyasi krizi, AB'yi ve bunun ötesinde bütün Avrupa'yı Britanya modeline göre biçimlendirmek için kullanmanın hesabını yapıyor. Ne de olsa elinde AB Konsey Başkanlığı gibi bir fırsat var. Blair, görev teslimi nedeniyle Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada Avrupa'nın "modernleşti-rilmesi"nden bahsediyordu. Blair'e göre yeni bir sosyal model oluşturulmalıdır -tabii Britanya modeli göz önünde tutularak- ve bu model sayesinde AB'nin "rekabet yeteneği daha da iyileştirilmelidir" ve AB, "gereksiz, fazlalık olan bazı mevzuatları atmalıdır, bürokrasiyi azaltmalıdır, küresel, dünyaya açık, rekabet yeteneği olan bir Avrupa'nın savunucusu olmalıdır". Devamla Blair, baklayı ağzından çıkartır: AB, ABD'ye karşı rekabet etmemeli, aksine onun "iyi bir ortağı" olan "dış politikada aktif bir aktör" olmalıdır.

Blair'in önerdiği model, Britanya'da uygulanan modeldir: Bu ülkede ücretler oldukça düşüktür. Hanelerin üçte birinden fazlası, işi olmasına, çalışmasına rağmen kazandığıyla geçinemeyenler kategorisinde yer alıyor. Yani yoksuldur. Bu ülke, Avrupa'da çalışma süresinin en uzun olduğu ülkedir. Bu ülkede çocukların yüzde 25'inden fazlası resmi olarak yoksul kategorisinde yer alıyor. (Gelişmiş ülkeler arasında yüksek bir oran). Ama bu ülke, Avrupa'da işletme vergisinin en düşük olduğu, buna karşın dolaylı vergilerin en yüksek olduğu ülkelerden biridir.

Kıta Avrupa'sında Blair'e, önerdiği sosyal modelden dolayı karşı gelinmiyor. Almanya ve Fransa'da gündemde olan neoliberal saldırılar, Britanya'nın 1980'li yıllardan bu yana uyguladığı neoliberalizmi uygulayabilmek için sürdürülmektedir. Kıta Avrupa'sı ülkeleri bu konuda B. Britanya'yı adeta taklit ediyorlar. Bunlar arasındaki temel fark, dış politika alanındadır. Almanya ve Fransa, ABD'ye karşı rekabet edebilmek için AB'nin siyasal bir entegrasyon olarak gelişmesinden, ortak bir dış politikanın geliştirilmesinden yanalar. Blair ise tam bunun tersini savunu-yor: AB, ABD'nin "dış politikada aktif bir ortağı" olsun istiyor.

Diğer bir ifadeyle: Blair bu anlayışıyla AB'nin geleceğinin tartışılması için ortam hazırlıyor. Gelişmeler ve üye ülkelerin soruna yaklaşımı, nasıl bir Avrupa istiyoruz sorusuna somut cevap vermenin zamanının geldiğini göstermektedir. Yukarıda mevcut siyasal krizin birkaç nedenini belirttik. Bu nedenlerin hemen her biri, AB'nin geleceğini ilgilendirmektedir ve bu yüzden de kriz, AB'nin geleceği üzerine düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı AB, geleceği üzerine düşünceler bazında ikiye bölünmüş durumdadır:

-AB'nin ekonomik bir entegrasyon olarak kalmasını isteyenler (Öncelikle B. Britanya).

-AB'nin siyasi bir birlik olarak gelişmesini isteyenler (Öncelikle Almanya-Fransa ikilisi).

Blair'in ağzından İngiliz tekelci sermayesi nasıl bir AB istediğini açıklıyor: AB, ekonomik bir entegrasyon olarak; ABD'nin ortağı olarak kalmalıdır. Blair bu konuda Amerikan emperyalizminin doğrudan desteğini alıyor.

Almanya-Fransa ikilisi, AB'nin siyasi bir birlik olarak gelişmesinden yana. Alman ve Fransız tekelci sermayeleri, tek başlarına dünya hegemonyası için mücadele edemeyeceklerini, dünyanın yeniden paylaşımını tek başlarına talep edemeyeceklerini; yani siyasi, ekonomik ve askeri potansiyelin birleşti-rilmesi gerektiğini pekala biliyorlar. Bu nedenlerden dolayı, kararların uygulanmasında bağlayıcılığı belirleyici olduğu için, siyasi bir birliğin gerçekleştirilmesini talep ediyorlar.

AB, mevcut mali krizini, şimdiye kadar ekonomik ve mali krizlerini çözdüğü gibi çözebilir. Ama anayasa bağlamında gündeme gelen ve doğrudan AB'nin geleceğini ilgilendiren siyasal krizini; AB'nin geleceği üzerine düşüncelerden; nasıl bir AB sorunundan kaynaklanan siyasi krizini kolay kolay çözemez. Bu krizin iki çözüm yolu vardır:

AB ülkeleri;

-ya B. Britanya'nın görüşü doğrultusunda hareket ederek ve bu arada ABD'nin de desteğini alarak AB'nin ekonomik bir enteg-rasyon olarak kalmasında karar kılabilirler.

-ya da Alman-Fransız ikilisinin görüşü doğrultusunda hareket ederek AB'nin siyasi bir birliğe dönüşmesi için adımlar atarlar.

Her halükarda AB'nin bu krizden sonraki gelişmesi, bugüne kadarki gelişmesinden oldukça farklı olacaktır. Çünkü AB, ekonomik entegrasyon olarak gelişmesinin sınırlarına varmıştır. Bu nedenle AB'nin ekonomik en-tegrasyon olarak kendini yenileme olanağı pek kalmamıştır. Bundan sonraki gelişme, mevcut sınırların aşılması anlamına gelmektedir. O, kendini ancak ve ancak siyasi birliği sağlama doğrultusunda atacağı adımlarla yenileyebilir.

Sonuç:

AB çerçevesindeki gelişmeler işin ciddileştiğini göstermektedir. Bugüne kadar mevcut entegrasyon çerçevesinde sorunlarını çözebilen ve genişleyen AB, açık ki, gelişmesinin bu aşamasında bir yol ayrımına gelmiştir: Ya siyasi entegrasyonun sağlanması için adımlar atılır, ya da AB, ekonomik bir entegrasyon olarak kalır.

Kapitalizmde siyasi entegrasyon, entegre olmak isteyenlerin ulusal özelliklerinden ve çıkarlarından kaçınılmaz olarak vazgeç-meleri ve güya "ortak değerler"de birleşmeleri demektir. Böyle bir birleşmede "ortak değerler", en güçlü olanın değerleridir.

Açık ki, AB, kendi gerçeğiyle yüz yüze gelme sürecine girmiştir.

AB, siyasal bir birlik midir veya "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulabilir mi?

Bu soruya cevap verebilmek için AB'nin neyin ve kimin AB'si olduğunu tespit etmek gerekir.

Her şeyden önce AB, tekellerin AB'sidir: Burjuvazinin özgürlükten anladığı, sermaye (buna değerli kağıtlar da dahildir) için özgürlüktür. Bu nedenle AB, tekellerin, sermayenin özgür hareketini sağlamak için kurulmuştur ve onun büyümesi ve genişlemesi, sermayenin, tekellerin özgürlüğünün büyümesi ve genişlemesi anlamına gelmektedir. Burada söz konusu olan, ulusal olmaktan çıkmış AB'leşmiş sermaye ve tekeller değildir. AB, AB üyesi ülkelerin sermayesi ve tekelleri için özgürlüktür. Bu anlamda AB, AB'ye üye ülkelerin sermayelerinin ve tekellerinin AB'sidir.

1999 verilerine göre dünyanın en büyük 200 tekeli arasında merkezi AB'de olan 68 tekel yer alıyor. İsviçre tekelleriyle birlikte bunların sayısı 74'e çıkıyor. Bunların hiç birisi AB tekeli değil, hiçbirisi AB tekeli kimliğinde değil. Onlar, merkezleri AB'de ve İsviçre'de olan ulusal tekellerdir. Adı üzerinde: 22 Alman, 17 Fransız, 10 Britanya, 6 Hollanda, 6 İtalyan, 3 İspanya ve birer tane de Lüksemburg ve İsveç tekeli. İşte AB, bu tekellerin AB'sidir. Bu anlamda AB, üye ülkeler bazında ulusal sermayeler ve tekeller için özgürlüktür.

AB, serbest meta dolaşımı demektir: Serbest meta dolaşımının gerçekleştirilmesi için sınırların ve gümrüklerin kaldırılması gerekir. Burada da esas itibariyle söz konusu olan, tekel ürünlerinin serbest dolaşımıdır. Bu nedenle AB, tekel ürünlerinin serbest dolaşımını teminat altına alan bir enteg-rasyondur. Dolayısıyla AB, uluslararası tekeller; tekelci sermaye için meta dolaşımından başka bir anlam taşımaz.

AB, hizmet sektöründe serbest dolaşım demektir: Burada söz konusu olan, banka ve sigorta faaliyetleri önündeki ulusal sınırın veya ulusal sınırlanmanın kaldırılması ve bu alandaki tekellerin özgür banka ve sigortacılık faaliyetinin sağlanmasıdır. Bu nedenle AB, tekelci bankaların; büyük bankaların ve sigortaların AB'sidir.

AB, vatandaşların "özgür" dolaşımıdır: AB'ye göre AB vatandaşları AB ülkeleri içinde pasaportsuz seyahat edebilirler. Ama bunun her zaman böyle olmadığı, bazı gösterilerde sınır geçmek söz konusu olduğunda yaşanıyor. Göstericilerin serbest hareketini engellemek için seyahat özgürlüğünün rafa kaldırıldığı bir gerçekliktir.

AB'nin seyahat özgürlüğünden anladığı, başka ülkelerden ucuz işgücü göçüdür. Yani işgücünün ucuz olduğu ülkelerden işgücünün "pahalı" olduğu ülkelere göç. Bu anlamda AB, ucuz işgücünün serbest dolaşımı demektir.

Komünist Manifesto'da Marks ve Engels şu tespiti yapıyorlardı: "Mevcut burjuva üretim ilişkileri çerçevesinde özgürlükten anlaşılan, serbest ticarettir, serbest alım ve satımdır".

AB, tekelci sermaye için bu serbestlikten başka bir anlam taşımıyor.

Böyle bir AB, şüphesiz ki işçilerin ve emekçi yığınların AB'si olamaz. Mevcut AB, ancak ve ancak tekelci sermayenin, tekelci burjuvazinin AB'si olabilir. Bu anlamda; her iki sınıf açısında "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulabilir. Bu konu üzerine tartışmalar hiç de yeni değildir. Ama konuyu "Avrupa Birleşik Devletleri" açısından ele almak ve doğru değerlendirme yapabilmek için mevcut AB'nin henüz ekonomik bir entegrasyon olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir.

Burjuvazi, çıkarlarına uygun olursa kendine özgü "Avrupa Birleşik Devletleri"ni kurmakta sakınca görmez. Tıpkı 1957'de çıkarlarına uygun gördüğü için bugünkü AB'nin temelini Avrupa Topluluğu olarak atması gibi. AB'nin tarihi, mevcut haliyle böyle bir entegrasyonun, ilgi duyan ülkelerin bir araya gelmeleriyle gerçekleştirilebileceğini göstermiştir. Böyle bir ekonomik en-tegrasyonun kalıcı bir özelliği yoktur. Ancak üyeleri, çıkarlarına uygun görüyorlarsa böyle bir entegrasyonu kapsamlaştırabilirler, ömrünü uzatabilirler, ama siyasal bir birlik olarak "barışçıl" koşullarda gelişmeleri; birleşik bir devlet kurmaları olası değildir.

"Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine" makalesinde Lenin'in tespit ettiği gibi "kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır".

Lenin, o gün açısından böyle bir devletin kurulma nedenlerini de şöyle açıklar: "... ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa'daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa'dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika'ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla. Amerika Birleşik Devletleri'yle kıyaslan-dığında, Avrupa, tüm olarak ekonomik durgunluğu simgeler. Bugünkü ekonomik temel üzerinde, yani kapitalizm koşullarında, bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika'nın daha hızlı gelişmesini geciktirmek için gericiliğin örgütlenmesi anlamını taşır".

Böyle bir devletin kurulması için bugün nedenler değişmiştir: AB'nin siyasi bir enteg-rasyon olarak gelişmesini savunan Alman-Fransız ikilisi bunu bugün açısından "sosya-lizmi ortaklaşa ezmek" için istemiyorlar. Şimdilik böyle bir isteğin nesnel bir nedeni yok. Ama "sömürgelerin bugünkü bölüşül-mesinde haklarının yendiğini düşünüyorlar", "Amerika'ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla" istiyorlar; yani Amerikan emperyalizmi ve başka hegemon güçlerle dünyayı yeniden paylaşmak, dünya pazarlarında aslan payını kapmak için rekabette güçlü olmak için, AB'nin siyasi bir entegrasyon olarak gelişmesini istiyorlar.

Böyle bir gelişme barışçıl koşullarda mümkün olabilir mi? AB'nin diğer üyeleri Alman-Fransız ikilisinin çıkarlarını kabul ederek ulusal benliklerinden vazgeçebilirler mi? Bundan da önemli olarak, Alman-Fransız ikilisi, barışçıl olarak kaynaşabilir mi, yani Alman ve Fransız sermayeleri, Alman ve Fransız sermayesi kimliğinden çıkarak belli bir bütünselliği, belli bir iradeyi temsil eden sermaye olabilir mi? Soruna neresinden bakarsak bakalım AB'nin siyasal birliği sağlaması için zor kullanımı kaçınılmazdır. Bu konuda Lenin, adı geçen makalesinde şöyle der:

"Kapitalizm koşullarındaki bir Avrupa Birleşik Devletleri, sömürgeleri paylaşma anlaşmasıyla aynı anlama gelir. Oysa kapita-lizm ortamında kuvvetten başka paylaşma temeli, paylaşma ilkesi yoktur' Kapitalizm, üretim araçlarında özel mülkiyet ve üretimde anarşidir. Bu temele dayanan "adil" bir gelir bölüşümünü vaaz etmek prodonculuktur, ahmakça dar kafalılıktır. Bölüşüm "kuvvet oranının" dışında olamaz. Ve kuvvet, ekonomik gelişmenin ilerlemesiyle değişir' Kapitalist bir devletin gerçek gücünün sınanmasında savaştan daha başka bir yol yoktur ve olamaz da. Savaş, özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez - tersine, bu ilkelerin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalizmin koşullarında tek tek girişimlerin, ya da tek tek devletlerin eşit ekonomik büyümesi olanak dışıdır. Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide bunalımdan ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur".

AB, üyesi ülkeler arasında güçler dengesinin değişmeyeceğini garantilemiyor. Ne böyle bir amacı var ve bu ne de olasıdır. Kapitalizm koşullarında eşitsiz gelişme esastır ve eşitsiz gelişmenin kaçınılmaz sonucu da kapitalist ülkeler arasında güçler dengesinin sürekli değişeceğidir. Bu anlamda bugün AB'de emperyalist ülkeler arasındaki güçler dengesi, yarın değişebilir ve yeni dengenin sağlanması için zor kullanmaktan başka yol yoktur.

Kısaca: AB'nin siyasal bir irade olabilmesi, "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüşebilmesi için öncelikle Alman-Fransız ikilisinin diğer üyeler üzerinde zor kullanmaları ve sonra da kendi aralarında zor kullanmaları gerekir. İşin gerçeği budur.

Veya Lenin'in deyimiyle "emperyalizmin ekonomik koşulları -yani sermaye ihracı ve dünyanın "ileri" ve "uygar" sömürgeci güçler arasında paylaşılmış olması- açısından, kapitalizm altında bir Birleşik Avrupa Devletleri ya olanaksızdır ya da gericidir".

Esas olan, nesnellik şudur:

AB, ekonomik entegrasyon olarak genişliyor ve güçleniyor, ama AB çerçeve-sinde sermayeler ulusal kalıyor.

Kuruluşundan bu yana "ilaç için de olsa" bir Avrupa tekeli henüz yok. Henüz bütün üyeleri tarafından kabul edilmese de bir anayasası var. Hemen her alanda sayısız düzenlemeleri var. Sermayenin özgür hareketi önündeki hemen her engel kaldırılmış. İç sınırlar kaldırılmış. Öyle ki, önceleri ulusal devletlerin yetkisi dahilinde olan birçok işler Brüksel'e devredilmiş. Ama sermayeler ve tekeller hala ulusal. Her bir ülkeye ait sermayeler ve tekeller, ulusal kimliklerinden sıyrılarak AB sermayeleri, AB tekelleri olarak kaynaşmamışlar. Bu nedenle AB, ana tekelin/sermayenin ulusal kaldığı bir birleşme, ekonomik entegrasyon modelidir.

AB'nin bu özelliğinden dolayı stratejistleri ve jeopolitikacıları önemli bir sorunla karşı karşıyalar. Bu sorun, taban-üst yapı ilişkilerinden; ekonomik yapı ile buna tekabül eden siyasal farklı yapıların-devletlerin olmasından kaynaklanmaktadır. Taban ile üst yapı arasında diyalektik bir bağ vardır. Buna göre: AB-üst yapısının; bir AB-devletinin olabilmesi için AB-sermayesinin, AB-ekonomik yapısının olması gerekir. Yani AB-alt yapısı; ekonomisi kendine tekabül eden bir AB-üst yapısı geliştirmek zorundadır. Olmayan da bu. Mevcut haliyle bütün AB-üst yapısında; AB kurumlarında ulusal devlet çıkarları için amansız bir rekabet söz konusudur. Bu rekabette güçlü olan kendini kabul ettiriyor. Bu nedenle AB, esasen ulusal devlet çıkarları; ulusal sermaye/tekel çıkarları için çetin bir rekabetin sürdürüldüğü, ancak, uzlaşmanın sağlanmasıyla varlığını devam ettiren bir entegrasyon durumundadır.

AB, AT olarak kurulduğundan bu yana ilerleyen bir entegrasyon sürecidir. 1957'den bu yana aynı gelişmesinin geldiği aşama bugünkü halidir. Bu hali; kapitalist ilişkiler temelinde "Avrupa Birleşik Devletleri"nin kurulmasının ancak zor kullanımıyla; savaşla mümkün olabileceğini göstermektedir. Hiçbir AB ülkesi, isteyerek Almanya'nın veya Fransa'nın hegemonyasında Almanlaşarak veya Fransızlaşarak "Avrupa Birleşik Devletleri"ni kurmaya yanaşmaz.

Almanya-Fransa ikilisi temelinde AB'nin "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüşmesi için Fransa'nın Almanyalaşmasını veya da Almanya'nın Fransalaşmasını beklemek gerekir. Bu da ancak ve ancak, kapitalizmde eşitsiz gelişmenin doğrudan bir sonucu olarak zor kullanımıyla mümkün olur.

Bütün olasılıklar veya kapitalizm gerçekliği, AB'nin "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüşmesinin en kestirme yolunun savaş olduğunu göstermektedir.

Kuruluşundan bu yana geçen zaman, AB'nin siyasal entegrasyon yolunda ilerlediği anlayışının ne denli bir abartı olduğunu göstermektedir.

Reformist ve liberal çevrelerin, şimdiye kadarki gelişmesine dayanarak AB hakkında yaydıkları hayaller de başlı başına ayrı bir yanılsamadır. Bu konuya açıklık getirmekte yarar var:

"Ultra-emperyalizm"(Kautsky):

"'Acaba bugünkü emperyalist politikanın yerini, ulusal mali sermayeler arasındaki mücadelenin yerini, uluslararası düzeyde birleşmiş mali sermaye ile dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperya-list bir politikanın alması mümkün değil mi? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir bir şeydir".

Lenin:

"'Kapitalist düzende nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler dengesi ise eşitsiz biçimde değişmektedir. Çünkü kapitalist düzende tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit gelişmeleri olanaksızdır'

' Alman 'Marksisti' Kautsky'nin bayağı küçük burjuva fantezilerinde değil de, kapitalizm gerçeğinde 'inter-emperyalist' ya da 'ultra-emperyalist' ittifaklar -bu ittifaklar ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun- zorunlu olarak, savaşlar arasındaki 'nefes molaları'ndan başka bir şey değildir. Barışçıl ittifaklar, dünya ekonomisi ve dünya politikasının emperyalist bağlantı ve ilişkilerinin bir ve aynı zemini üzerinde, barışçıl olan ve olmayan mücadelenin biçimlerinin değişmesini yaratarak, birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlarlar ve yine onlardan doğarlar" (Lenin; "Emperyalizm'", C. 22, Syf., 299-301).

Kautski'ye göre, "kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir bir şeydir". O, devamla şöyle diyordu: "Bunun gerçekleşebilir olup olmadığı sorusunu yanıtlamak için henüz yeterli öncüler yok".

Böyle bir şey olmadı: "Ultra-emperya-lizm... uluslararası birleşmiş mali sermayesi" ile "dünyanın ortak sömürüsünü" örgütleye-medi. Lenin'in öngördüğü gibi, tam tersi gerçekleşti; eşit olmayan gelişme ve rekabet, savaşa neden oldu.

Günümüzde ise "saldırgan Amerikan emperyalizmi", Amerikan militarizmi karşı-sında AB, Kautsky tarzında bir umut olarak görülüyor. Ama AB, hiç de Kautsky tarzında; onun öngördüğü yönde gelişmiyor. Rekabet, eşit olmayan gelişme, mevcut entegrasyonun altını kazıyor.

Sonuç itibariyle:

Amerikan emperyalizmi, "ulusal" çıkarlara dayanıyor ve bu çıkarlar için jeopolitika geliştiriliyor.

Buna karşın ortalıkta bir AB-emperyalizmi yok; ama AB'nin emperyalist ülkeleri var; AB entegrasyonu çerçevesinde birbiriyle rekabet eden "ulusal" çıkarlar var. Aradaki fark bu.

Türkiye-AB ilişkileri veya Türkiye hangi koşullarda AB üyesi olabilir veya olamaz?

Türkiye'nin üyeliği konusunda AB, ikiye bölünmüş durumda: Türkiye'nin üyeliğinden yana olanlar ve ona "imtiyazlı ortaklık" verilmesinden yana olanlar. Türkiye'nin üyeliğinden yana olanların temel düşüncelerini o zamanki Alman Dışişleri Bakanı Fischer çok açık bir biçimde ifade etmektedir:

AB, dünya düzeninden "sorumlu" süper güç olmak için belli bir büyüklüğe veya zorunlu bir büyüklüğe ulaşmış olması gerekir. Türkiye, AB'nin böyle bir güç olmasına yardımcı olmak göreviyle karşı karşıyadır. Zamanın Alman Dışişleri Bakanı J. Fischer, Türkiye'nin AB'ye neden üye olması gerektiğini anlatıyor:

"'Avrupa'nın birliğinin stratejik bir boyutu vardır. Burada, Avrupa standardına tekabül eden bir Türkiye, AB'nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası kadar önemlidir" (J. Fischer, "Berliner Zeitung", 28.02. 2004).

Fischer, devamla şöyle der:

"Küreselleşmeyi siyasal olarak şekillendirmeliyiz. Asimetrik çatışmalara hakim olmak ve elverdiğince çözümlemek, ancak, kıtasal çapta hareket edebilmekle mümkündür. Rusya, Hindistan, Çin ve tabii ABD, gerekli büyüklüğe sahipler. Biz Avrupalılar için sorun şu: Ağırlığımızı geçerli kılacak derecede kaynaşabilir miyiz? Türkiye tartışmasını bu perspektifle ele almak gerekir".

Fischer, Alman emperyalizminin çıkarlarını göz önünde tutarak, AB'nin sahip olması gereken "stratejik boyut"tan bahsediyor. Dünya çapında politika yapabilmek için AB veya Avrupa, "kıtasal boyutta hareket" etmelidir diyor. Yani ABD'nin sahip olduğu büyüklüğe sahip olmalıdır diyor.

Zamanın Alman Dışişleri Bakanına göre AB, "küreselleşme"ye maruz kalan durumunda olmamalıdır, aksine küreselleşmeyi "şekillendiren" güç olmalıdır. Böylece Fischer, AB'nin önünde duran sorunun, dünyayı yeniden paylaşmak, dünya pazarlarında aslan payını kapmak, en güçlü rakiplerle rekabet edebilmek olduğunu dile getiriyor.

Fischer'e göre Türkiye, AB'nin böyle bir güç olmasına; "stratejik projesi"ni gerçekleştirmesine yardım etmelidir. Bu nedenle Türkiye'den öyle pek fazla bir şey de istenmiyor! Sadece, stratejik konumunu AB'nin olası jeopolitik açılımlarına sunması isteni-yor: "Kıtasal boyutta" aktör olmak isteyenler şunu diyorlar: Türkiye, Avrupa ile iki farklı "çatışma yapıları" arasında köprü konumundadır; yani Türkiye Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeni içinde merkezi bir konuma sahiptir; Türkiye Avrupa ile "İslam dünyası" arasında bir "köprü"dür.

AB, Türkiye üzerinden Ortadoğu'ya, Kafkaslara ve Asya içlerine açılmak istiyor. Emperyalist talan ve hakimiyet için savaşılacak derecede önemli olan bu bölgeleri AB, ABD, Rusya ve Çin gibi rakiplerine bırakmak istemiyor. Bu nedenle, Türkiye'nin Ortadoğu ülkeleri için "model ülke" teşkil ettiğini ifade ediyor.

Bu anlayışları Türkçe'ye çevirirsek: AB, Amerikan emperyalizmine karşı dünya hegemonyası için rekabet edebilmek için söz konusu üçgendeki yerel, "etnik sorunlara" -"çatışma yapıları"na- müdahil olmak, aynen ABD gibi, bu bölgelerin stratejik konumunu hegemonya mücadelesinde kullanmak ve tabii ki, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarını kontrol etmek istiyor. Ve bütün bunları yapabilmek için belli bir bölgesel büyüklüğü olan Türkiye'yi, üye yaparak kullanmak istiyor.

"İmtiyazlı ortaklık" vermekle yetinelim diyenlere gelince: Daha ziyade muhafazakar partilerin temsil ettiği bu kesim de aynı AB'yi istiyor. Ama bunlar, böyle bir AB'nin oluşturulması sürecinde Türkiye'ye rol verilirken dikkatli olunması gerektiğini vurguluyorlar. Bu unsurların kaygılarını şöyle özetleyebiliriz:

Türkiye;

-Avrupa'nın entegrasyon yeteneği olan sınırlarını parçalayabilir.

-Oldukça büyük.(Stoiber)

-Tek taraflı AB-stratejilerinin aracı yapılamayacak derecede keyfi; yani kendi başına hareket edebilir ve kontrol altına alınamaz. (Stoiber)

-Mevcut güç dengelerini altüst edebilir. (Stoiber)

-Avrupa iç ve dış politikasına kendi düşüncelerini empoze edecek durumdadır. (Stoiber)

-AB içindeki tartışmalarda ve rekabet sorunlarında Almanya ve Fransa'ya karşı başka üyelerle ittifaklar kurabilir.

Türkiye'nin üyeliğini isteyenlerin de istemeyenlerin de söyledikleri oldukça açık: Dünya politikasında söz sahibi olmak isteyen, jeopolitik açılımlara sahip olmalıdır ve stratejik hareket etmelidir, bunun için de yedeklediği güçleri harekete geçirebilmelidir. AB veya Avrupa için bunun anlamı şudur:

AB, ABD'nin sahip olduğu güce sahip olmalıdır; diğer bütün devletlerden üstün olmalıdır; bütün uluslararası ilişkileri unila-teral (tek taraflı, kendine göre) şekillendirecek güçte ve yetenekte olmalıdır.

Bugün dünya ABD tarafından yeniden paylaşılıyor. ABD, hegemon güç olarak belirleyici konumda. Bundan AB'nin stratejistleri şu sonucu çıkartıyorlar: Varlığımızı hissetmesi ve dünyanın yeniden paylaşımında hesaba katılmamız gereken güç olduğumuzu anlaması için en azından ABD kadar güçlü olmalıyız.

AB, Türkiye'nin üyeliğine bu düşünceler açısından bakmaktadır. Bu nedenle eski Alman Dışişleri Bakanı Fischer'e göre Türkiye'ye, "21. yüzyılın devletler sisteminde" Avrupa'nın henüz sahip olmadığı "kıtasal boyuta" sahip olması için yardımcı olma görevi düşmektedir. AB'nin çıkarlarını gerçekleştirmesinde Türkiye'ye bahsettiğimiz üçgende anahtar rol verilmektedir.

Truva atı korkusu:

Fransa-Almanya ikilisinin korkusu, hakimiyet sürdürdükleri, kendi çıkarlarına göre yönlendirdikleri AB'ye Türkiye'nin dahil edilmesinin tehlike oluşturup oluşturmayacağı noktasında; Türkiye'nin, ABD'nin, AB içinde bir uzantısı olup olmayacağı noktasında düğümlenmektedir.

Türkiye'ye "imtiyazlı ortaklık" verelim diyenlerin önde gelenlerinden CSU başkanı Stoiber, Türkiye'nin tam üyeliğinin Avrupa vizyonunu tahrip edeceğinden, bu durumda Avrupa'nın siyasal gücü olmayan bir serbest ticaret alanına dönüşeceğinden bahsediyor.

Türkiye'ye "imtiyazlı ortaklık" verelim diyenlerin (Almanya'da Merkel, Schäuble, Stoiber ve diğer Avrupa ülkelerinde bu muhafazakar partiyle siyasi ortak anlayışta olanlar) kafaları, Türkiye'nin üyeliği durumunda AB'nin, ABD aleyhine güçlenip güçlenmeyeceği konusunda; Türkiye'nin ABD adına AB içinde truva atı rolü üstlenip üstlenmeyeceği konusunda; Türkiye üzerinden ABD'nin AB içinde stratejik amaçlarını gerçekleştirmek isteyip istemeyeceği konusunda açık değil.

Bu nedenle "imtiyazlı ortaklık" görüşünde olanlar, Türkiye'nin de dahil olduğu bir AB yerine, güçlendirilmiş ve geriye kalan bütün Avrupa üzerinde nüfuz sahibi olan bir Alman-Fransız önderliğinden yanalar.

İlk görüşmelerin başladığı 1963'ten bu yana Türk burjuvazisi, o zamanki AT'ın, AET'in ve şimdiki adıyla AB'nin kapısını aşındırdı. Yaklaşık 40 sene bekleme odasında beklemekten yorulmadı, Helsinki zirvesine (Aralık 1999) kadar beklemeyi sorun bile yapmadı. Helsinki zirvesinde sonuç alamazsa ilişkileri gözden geçireceğini söyleyen Türk burjuvazisi, yeniden bekletme taktiğiyle karşı karşıya kalınca kükremiş ve aynı zamanda da küsmüştü. Böylece AB, Türk burjuvazisinin bekleme sabrının Helsinki'de sona erdiğini anladı. Türkiye'yi tamamen kaybetme kaygısına kapılan AB, en üst seviyede iki temsilcisini (Solana ve Verheugen) gece yarısı Ankara'ya göndererek durumu kurtardı. Sonunda Helsinki zirvesi AB-Türkiye ilişkilerine yeni bir nitelik verecek adımların atılmasının yolunu açtı. Böylece Türkiye'nin AB'ye girmesinin önü sadece açıldı. "İlerleme Raporu"na bakılarak Türkiye birtakım eksikliklerine rağmen "demokratik" bir ülke olarak ilan edildi. Böylece faşist diktatörlük "demokratik" AB tarafından aklanmış oldu.

"Tavsiye kararı" olarak tanımlanan "İlerleme Raporu", 17 Aralıkta gerçekleştirilen AB liderleri zirvesinde onandı ve 3 Ekim 2005 Türkiye'ye müzakere tarihi olarak verildi.

Her şey istenildiği gibi gelişse dahi, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin 2014'ten önce gerçekleşmeyeceği sürekli açıklanıyor.

Türk burjuvazisi, AB'nin öne sürdüğü bütün kriterleri yerine getirdi. Böylece AB, Türkiye'nin, mevcut durumuyla üyesi olabileceğini açıklamış oldu: Böylece AB, özellikle demokratik haklar konusunda vurgu yapmasına rağmen Türkiye'de işkenceyi, katliamları bir kalemde devlet politikası olmaktan çıkarttı ve son dönemlerde yoğunlaşan linç girişimlerini görmez oldu; AB'ye göre diktatörlük, söz ve düşünce özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmış oldu ve sömürgeci faşist diktatörlük Kürt sorununun çözümünde de gerekli adımları atmış ve sorun sadece uygulamada bazı aksamaların ortadan kaldırılmasından ibaretmiş. Böylece AB, Kürt sorununda sömürgeci faşist rejimden farklı düşünmediğini göstermiştir. Öyle ki, aynen, faşist diktatörlüğün yasaklamalarına uygun bir yol izleyerek, örneğin Almanya, Kürt yurtseverlerinin sesi olan Özgür Politika gazetesini yasaklamış ve bütün materyal varlığına el koymuştur. Açık ki, Kürdistan'ın sömürge statüsünün korunması AB'nin emperyalist ülkelerinin de işine gelmektedir.

Ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının AB'den bekleyeceği hiçbir şey yoktur. AB üyeliği ile demokrasinin geleceği, Kürt ulusunun birtakım ulusal haklarını elde edeceği beklentileri beklenti olarak kalmaya mahkumdur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların hakkı söz konusu olduğunda AB demokratik olsaydı bu hakları mevcut üye ülkelerde rafa kaldırmazdı. Neoliberal saldırıların doğrudan bir ifadesi olarak AB ülkelerinde, özellikle de Almanya, Fransa, B. Britanya gibi emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadele sonucu elde etmiş oldukları ekonomik ve demokratik haklara saldırı; emeklilik, sağlık gibi sosyal sistemlerin delik deşik edilmesi; "terörizm" bahanesiyle gerici, faşizan yasaların çıkartılması, ırkçılığın, şovenizmin körüklenmesi, faşist partilerin önünün açılması gerçekliğini göz önünde tutarsak, bütün bunları yapan AB'nin Türkiye söz konusu olduğunda demokrasi getireceğine, refah getireceğine inanmak veya sanmak, çıplak aptallıktan ve ülkemizde işçi sınıfını, emekçi yığınları ve Kürt ulusunu aldatmaya çalışmaktan başka ne anlama gelir.

Görevimiz böylesi beklentilerle AB üyeliğine umutla bakmak değil, ona karşı mücadele etmektir. Geleceğini şu veya bu emperyalist güçle ittifakta arayan hakim sınıflar, yedeklediği birtakım reformistler ve satın aldığı kalemşorlar vasıtasıyla Amerikancılık veya Avrupacılık hayali yaymaya devam ediyorlar. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele bu ham hayalleri de yıkma mücadelesi olarak kavranmalıdır.

AB'ye üyelik konusunda aynı cephede yer alan reformistlerin, hükümetin ve kapitalist sınıfın yaydığı hayallerin aksine kurtuluş AB'de değildir. AB üyeliği Türkiye'ye demokrasi, iş olanakları, refah getirmeyecektir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da ulusal ve sosyal kurtuluş ancak ve ancak devrimle elde edilebilir. Bu nedenle çözüm, AB'de değil, devrimdedir.

Türkiye'nin AB'ye üye olmasının Kopenhag Siyasi Kriterlerini, AB emperyalistlerinin bu siyasi kriterlerini yerine getirip getirmemesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu bir aldatmacadır.

Türkiye'ye üyelik müzakeresi tarihinin (3 Ekim 2005) verilmesi, üyeliğin garanti altına alınması anlamına gelmiyor. AB, herhangi bir nedenden dolayı müzakereleri askıya alacağını açıkladı. Ve verilen müzakere tarihinin askıya alınması için anayasanın bazı ülke-lerde reddedilmesi ve Kıbrıs sorunu öne sürülüyor. Örneğin, 11 Ağustos 2005 tarihli Sabah gazetesinde konuya ilişkin olarak şöyle deniyor:

"Fırsatçı Chirac

Üyelik müzakerelerine başlama tarihi olan 3 Ekim yaklaşırken Avrupa Birliği'nde (AB) Türkiye tartışmaları yeniden gündeme oturdu. Önce Fransa Başbakanı Dominique de Villepin "Türkiye, AB üyelerinden birini tanımazsa üyeliği düşünülemez" dedi. Ardından Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Rum lider Papadopulos'a gönderdiği mektupta "Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanımazsa tam üyelik görüşmelerine başlayamayacak" güvencesi verdi. Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen de, "Türkiye'nin AB tam üyeliğinin yeniden tartışılması gerektiğini" savundu.

'KIBRIS'I KULLANIYORLAR'

İki gün içinde yapılan Türkiye açıklamaları karmaşasında, AB-Türkiye Karma Parlamento (KPK) Eşbaşkanı Joost Lagendijk'e sorduk. "17 Aralık kararından dönülemez" diyen ve Chirac'ı fırsatçılıkla suçlayan Lagendijk SABAH'a şöyle konuştu: 17 Aralık kararı alınırken, ismi geçen bütün liderler oradaydı. Chirac da. Şimdi fırsatçılık yapıyor. Bu tutum kabul edilemez. Türkiye tartışmaları beklenen bir gelişme. Türkiye karşıtları fırsatları değerlendiriyor. Önce anayasanın reddedildiği referandumlardı. Şimdi de Kıbrıs'ın tanınmasını kullanıyorlar. 17 Aralık'ta AB dönem başkanı olan Hollanda'nın Başbakanı Balkenende, ek protokolü imzalamanın Kıbrıs'ı tanıma anlamına gelmediğini söyledi. Uluslararası basın mensupları defalarca bunu sordu. Balkenende de çok net ve açık bir şekilde ek protokol ile Kıbrıs'ı tanımanın iki ayrı konu olduğunu tekrarladı..."

Gerçekten de 3 Ekim yaklaşırken AB ülkeleri arasında Türkiye'nin üyeliği, 3 Ekim itibariyle de üyelik müzakerelerinin başlatılması konusunda patlak veren kriz, Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik'in, son anda, Hırvatistan ile tam üyelik görüşmelerine başlanılmasını AB'ye kabul ettirmesinden sonra, ''ortak hedefimiz tam üyeliktir'' açıklamasını yapmasıyla şimdilik aşılmış gözükü-yor. Yarın da başka bir neden bulabilirler. AB'nin önde gelen emperyalist ülkeleri için; daha doğrusu AB'yi yönlendiren Almanya-Fransa ikilisi için önemli olan Türkiye'nin AB politikalarına koşulmakta ne derece olgunlaşacağı ve ABD'ye ne derece mesafeli yaklaşacağıdır.

Bu türden açıklamalarıyla AB, Türkiye, bölge ve dünya politikalarında AB'nin çıkarlarına uygun düşmeyen adımlar atarsa; ısrarla Amerikan emperyalizminin yanında yer alırsa, biz de üyeliğini düşünürüz mesajını veriyor.

Türkiye-AB ilişkilerinin üyelik müza-kereleri için tarih vermeye kadar ilerlemesi, Türkiye ve bölge üzerindeki AB-ABD rekabetinin boyutlarını da gösterir. AB, tamamen kendine bağımlı bir Türkiye istiyor ve Türkiye'yi tamamen kendine bağımlı yapana kadar da müzakere sürecini uzatacak. ABD ise böyle bir "müttefik"ini kaybetmemek için elinden geleni yapacaktır. Amerikan emperyalizmi, AB içinde İngiltere gibi yeni bir truva atına daha ihtiyaç duyuyor. AB'yi dünya politikasında güçsüz bırakmak ve ortak bir dış politika oluşturmasını engellemek için buna ihtiyacı var. Bu nedenle de Türkiye'nin, AB üyeliğini destekliyor. ABD'nin, Türkiye'nin AB üyeliğini niçin desteklediğini AB'li emperyalistler de çok iyi biliyorlar.

Türkiye'nin, AB'ye tam üye olması veya olmaması, bir bütün olarak AB-Türkiye iliş-kilerinin seyri, AB-ABD arasındaki rekabetin seyrine ve bu süreçte Türkiye'nin ne tarafta yer alacağına bağlıdır.

Türkiye'nin üyelik serüveni AB-ABD arasındaki rekabetin nihai şekillenmesine, belli bir müttefikleşmeye, soğuk savaşın beraberinde getirdiği zoraki müttefiklik kurumlarının da -örneğin NATO- ayrışmasına kadar sürebilir. Üyelik sürecini uzatmak için neden bulmak zor değildir.

Hem ABD hem de AB, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye'nin dışlanamayacağını görüyorlar.

ABD ve AB'nin Türkiye ile bugünkü iliş-kileri, çıkarlarından dolayı dışlayamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor. Her iki emperyalist rekabet merkezi, bu gücü kendisi için kazanmaya çalışıyor. Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi sürüyor. Ama onlar da biliyor ki, Türkiye, derinliği, dinamiği olan, iktisadi olarak dünyanın en güçlü 20 ülkesinden birisi. Bu gücü ve askeri potansiyeliyle bir bölgesel güç; emperyalistleşme hevesinde olan, bu yönde adımlar atan bir güç. AB içinde böyle bir güç, AB'nin bütün dengelerini alt üst eder. Yukarıda belirttiğimiz gibi AB'nin önde gelen ülkelerinin özellikle de Almanya'nın korkusu budur.

Ne Yapmalı?

AB ülkelerinde, biçimlenişi ne denli farklı olursa olsun içerikleri aynı olan neoliberal politikalarla burjuvazi, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara saldırıyor; mücadeleler sonucu elde edilmiş ekonomik ve sosyal hakları iç ediyor, ülkenin maddi zenginliklerini sermayenin hizmetine sunuyor. AB ülkelerinin hemen hepsinde gündemde olan bu türden saldırılar, bu saldırılara karşı direnişin ortak örgütlenmesini gerekli ve kaçınılmaz kılıyor. AB ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların ulusal çaptaki mücadelelerinin ortak örgütlemesinin maddi koşulları vardır. Tabii bununla Avrupa Sosyal Forumu gibi bir örgütlenme ve mücadele anlayışını kastetmiyoruz. Keza bununla Troçkistlerin savunduğu "birleşik sosyalist Avrupa devletleri" için mücadeleyi de savunmuyoruz.

Avrupa Sosyal Forumu, "sosyal devleti" canlandırma veya "sosyal devlet" dönemine dönme mücadelesi verirken, Troçkistler bu sosyal forum veya sosyal hareketler üzerinden antikapitalist devrimlerini gerçekleştirerek "birleşik sosyalist Avrupa devletleri"ni kurmayı amaçlıyorlar. Böyle bir devrimin nasıl gerçekleştirileceği konusunda bir şey söylemiyorlar.

AB ülkelerinde işçi sınıfının öncelikli görevi "Avrupa Birleşik Devletleri" için mücadele etmek değildir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar öncelikle kendi burjuvazilerine karşı mücadele etmekle karşı karşıyalar. Ulusal siyasal olarak örgütsüz olan işçi sınıfı, AB, "sosyal devlet" veya "sosyal Avrupa" ve "birleşik sosyalist Avrupa devletleri" savunucuları Troçkistler karşısında yenilmeye mahkumdur. Bu karşı devrimci güçlere karşı mücadelenin yegane aracı, sosyalist devrim için işçi ve emekçi yığınları örgütlemektir ki, bu da her bir ülkede komünist güçlerin siyasal (parti) olarak örgütlenmesinden geçer. Bu ön koşul yerine getirilmeksizin "yegane alternatif sosyalizmdir" sloganı bir ajitasyon sloganı olmaktan öteye geçmez.

Komünist güçlerin örgütlülüğü; komünist parti sorununda AB ülkelerinde içler acısı bir durumla karşı karşıyayız. Bu gerçekliği gö-rerek hareket edilmelidir. Ama bu, "ne yapalım, böyle bir parti yok, bizim de yapacağımız bir şey yok" anlamında yorumlanmamalıdır. Bu da teslimiyetin başka bir biçimi olur. Komünist güçler, var oldukları her yerde ve alanda sosyal hareket içinde olmalılar; toplumsal muhalefeti yönlendir-meye, devrimcileştirmeye çalışmalılar. İlerici, devrimci kesimlerle ortak hareket etmeye ve onları sosyalist devrim için etkilemeye çalışmalılar. Ancak böyle hareket edildiğinde işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla ilişkiler kurulabilir ve toplumsal muhalefette söz sahibi olu-nabilir.

Her bir ülkede işçi sınıfı güçlerini siyasal olarak birleştirmek ve örgütlemek o ülke komünistlerinin olmazsa olmaz görevidir. Ancak bu görev yerine getirildikten sonra AB çapında mücadelenin sosyalizm perspektifiyle örgütlenmesinin ve sürdürülmesinin maddi koşulları oluşmuş olur.

 

 

Arşiv

 

2008
Aralık
2007
Ağustos
2006
Eylül Ocak
2005
Nisan
2004
Eylül
2003
Kasım

 

AB'NİN SİYASİ KRİZİ VE GELECEĞİ
fc Share on Twitter
 

AB, oldukça hızlı büyüyor. Bu büyüme süreci özellikle Alman emperyalizmi tarafından yönlendiriliyor ve teşvik ediliyor. Geçen sene AB'ye on ülke katıldı. Bulgaristan ve Romanya ile de üyelik antlaşmaları imzalandı. Türkiye ve Hırvatistan ile üyelik müzakereleri 3 Ekim'den sonra başladı. Diğer Balkan devletleri de sıradalar. AB'nin düşünce üretme merkezlerinde Ukrayna'nın, Beyaz Rusya'nın ve Moldavya'nın üyelikleri üzerine fikir jimnastiği yapılmakta. Genişlemesinin sonucunda AB, 35 devletli bir serbest ticaret bölgesine de dönüşebilir veya ulusal devletlerin bir iç pazarı olarak yeniden yapılandırılabilir.

Her şey 1957'de Roma Antlaşmasıyla başlamıştı. Avrupa Ekonomik Topluluğu (Ortak Pazar) bu anlaşma üzerine kurulmuştu. 1957'den sonra 30 sene boyunca yeni bir antlaşma imzalanmadı. Ancak 30 sene sonra, ekonomik entegrasyonu derinleştirmek ve kapsamlaştırmak için arka arkaya antlaşmalar imzalandı: Tek pazar oluşturma amacıyla 1987'de Avrupa Birlik Aktı (Avrupa Tek Senedi 1992'de Maastricht; 1997'de Amsterdam; 2000'de Nice Antlaşmaları imzalandı ve nihayetinde Avrupa Birliği Anayasası gündeme geldi. Hazırlanan anayasa, bazı üye ülkelerde parlamentoda oylamaya sunulurken, bazı ülkelerde de referanduma gidildi. Referandumlardan alınan sonuçlar AB'nin ne denli derin bir kriz içinde olduğunu, ekonomik bir entegrasyon olmaktan öteye geçemediğini bütün çıplaklığıyla gösterdi. Söz konusu anayasa temelinde federatif süper AB devleti kurma çabası şimdilik hayal oldu.

Bütçe tartışmaları ve anayasanın onaylanması süreçlerinde patlak veren siyasi kriz, doğrudan AB'nin geleceğini sorgulayan anlayışları yansıttı. Anayasalı bir AB, Batı Avrupa merkezli yeni bir hegemonya düzeninin kurulmasında, bütünlüklü bir dış politikanın ve militarizmin oluşturulmasında önemli bir adımdır. Siyasal birliğin sağlanması için ilk bağlayıcı adımları anayasanın oluşturacağı tartışma götürmez. Bu adımın atılması AB'yi, ABD karşısında daha güçlü kılacak ve dünya pazarlarında rekabet yeteneğini artıracaktır. Bu anlamda anayasası olan bir AB, anayasası olmayan bir AB'den daha güçlü olacaktır.

Şöyle veya böyle, her halükarda AB bugüne büyüyerek ve genişleyerek gelmiştir. Onun büyümesi ve genişlemesi, şimdiye kadar gündeme gelmemiş olan çelişkilerini gündeme getirmiştir; Gündemde olan siyasal kriz, AB'nin iç çelişkilerini, iç ve dış rekabetini büyüterek büyüdüğünü ve genişlediğini göstermektedir.

Büyüyen ve genişleyen AB, aynı zamanda derinleşiyor mu? Derinleşme söz konusu olduğunda görüşler ikiye ayrılıyor: Derinleşmeden bir taraf demokrasi ve refah anlıyor. Bu taraf genellikle AB'ye umut bağlayanlardan oluşmaktadır. Diğer tarafı oluşturanlar, başta da Almanya ve Fransa, derinleşmeden "AB'nin hareket yeteneğini" muhafaza etmesini anlıyorlar. Derinleşmek-ten ve "AB'nin hareket yeteneğini" muhafaza etmesinden bu ülkelerin anladığı, kendilerinin önder olduğu bir "çekirdeğin" oluşturulmasıdır. Böylece onlar, AB'nin gelişmesini ve geleceğini şimdiye kadar olduğu gibi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecekler. Diğer üye ülkelere düşen görev ise, bu "çekirdek" etrafında, bu "çekirdeği" sarmalayan bir çeper oluşturmaktır.

AB'nin Almanya ve Fransa gibi önde gelen emperyalist ülkeleri, genişlemenin yanı sıra derinleşen AB'den, üyelerin eşit haklara sahip olmadıkları bir AB anlıyorlar.

Anayasa, bu durumu meşrulaştırmak, yasallaştırmak için hazırlanmıştı. Ama öncelikle de, bunu isteyen ülkelerden biri olan Fransa'da reddedildi.

Söz konusu anayasa ne derece demokratiktir? Demokrasi üzerine tumturaklı söylemlerin hiçbir anlamı yok. Şayet birgün uygulanmaya konursa bu anayasa AB'yi, ABD kadar "demokratik" yapacaktır. ABD, ne kadar demokratikse, AB de o kadar demokratik olacaktır. Çünkü bu anayasa, Almanya-Fransa ikilisi önderliğinde Avrupa merkezli yeni bir hegomen gücün oluşması için hazırlanmıştır. Bu anayasa, neoliberal "değer"ler üzerine kurulmuştur. Amerikan emperyalizminin çoktandır uyguladığı neoliberal "değer"ler AB anayasasında yer alıyor. Bu anlamda, oluşması amaçlanan hegomen güç, söz konusu neoliberal "değerleri"yle en aşağı ABD kadar demokratik olabilir. En aşağı diyoruz, çünkü anayasa, Amerikan emperyalizminin neoliberal "değer"lerinden daha da ileri gidiyor. Anayasa, "demokratik" diktatörlük kurmaya oldukça açık. Maastricht Antlaşmalarında yer alan neoliberal politika, anayasanın III. Bölümünde anayasalaştırılıyor. Bunu değiş-tirebilmek için oy çokluğu yetmiyor, oy birliği gerekiyor. Amerikan emperyalizmi, uyguladığı neoliberal "değer"lerini çıkarına uygun gördüğü zaman değiştirebiliyor. Ama anayasa, AB'ye neoliberal "deli gömleği" giydiriyor. Bugün AB ülkelerinde ekonomik, siyasal; bir bütün olarak toplumsal yaşam bu "değerler"e göre düzenleniyor. Bu neoliberal "değer"li anayasasıyla AB'nin ne kadar de-mokratik olacağını düşünmeye gerek var mı?

Kısaca: Anayasa, demokrasisiz bir AB öngörmektedir. Onun hazırlayıcıları ve ideologları ulusal ve AB çapında teknokratlardır; seçkinlerdir. Bu unsurlar, adım adım ilerleme stratejisinin; tek başına alındığında pek fazla bir şey ifade etmeyen, ama bütünselliği içinde önemli gelişmenin ifadesi olan "adım adım" stratejisinin ustalarıdır. Önce kömür ve çelik için ortak pazarla işe başlandı. Arkasından Ortak Pazar anlayışı geldi. Ortak Pazarın kurulması veya katılımcı ülkelerden bir iç pazarın oluşması belli kuralları, yasaları; anlaşmaları kaçınılmaz kıldı. Her kural, yasa ve düzenleme; daha doğrusu her anlaşma, daha başından sermayenin, metanın vs. serbest dolaşımına hizmet etmeliydi. 1987'de Avrupa Birlik Aktı (Avrupa Tek Senedi) bu amaçla imzalanmıştır.

Oluşturulan iç pazardan azami yararlanmak için tekellerin ortak para birimine ihtiyaçları vardı. Maastricht bu amaçla imzalandı. Ama ortak para birimi yetmiyordu. Bu ortak para biriminden; Eurodan azami yararlanmak için Birliğin hukuksal bir yapı; ortak bir dış politika ve güvenlik politikası üzerinde yükselmesi gerekiyordu. Yani ortak savunma üzerine kafa yorulmalıydı, bir ordu kurulmalıydı ve bu ordu AB'nin iradesini, AB sınırları dışında savunacak ve uygulayacak güçte olmalıydı.

Yani ekonomik birlikten, ortak paradan azami yararlanmak için siyasi bir birlik gerekliydi. Bu amaca Amsterdam Antlaşmasıyla kısmen ulaşıldı; daha doğrusu siyasal birliğe doğru gelişmenin yolu yasal olarak açıldı. Ama sonra Avrupa'nın, sadece Batı Avrupa'dan ibaret olmadığı, bu yaşlı kıtanın kuzeyinin, güneyinin ve doğusunun da olduğu hatırlandı! Bunun için de bir antlaşma gerekliydi. Öyle de oldu: Nice Antlaşmasıyla Güney ve Doğu Avrupa Alman ve Fransız sermayelerinin çıkarları gereği AB'ye eklendi. Bu da yeterli değildi. Bir Federal Avrupa Birliği devleti kurulması için adımlar atılmalıydı. Bunun ilk adımı, olsa olsa, üye ülkeleri, Alman ve Fransız tekelci sermayesi çıkarlarına bağlayan bir anayasa olabilirdi: Bu iki emperyalist ülke, kendi hakimiyetleri altında olan oldukça merkezileştirilmiş bir federal Avrupa Birliği devleti kurmayı amaçlıyor. Ne de olsa Fransa ve Almanya, aşiretler dönemi tarihinde akrabaydılar. Belki de bu nedenle yeni, modern bir Karolin İmparatorluğu kurmak istemişlerdi! Ama referandumların sonuçlarından da anlaşılacağı gibi, "evdeki hesap çarşıya uymadı"!

2004 yılı sonlarına doğru "kale Avrupa"nın gerçeklik olması için yeni tedbirler alındı. 25 ülke bakanlarının toplantısında (Brüksel) ortak bir sığınma sisteminin, AB Sınır Koruma Birliği'nin, polis güçleri ve is-tihbarat kurumları arasında daha sıkı bilgi mübadelesinin temelleri atıldı. Bu tedbirler "Haag Programı" adı altında toplandı.

AB, "temel hakları güvence altına alma" adı altında üye ülkelere, "illegal göçmenleri geldikleri ülkelere gönderme" hakkı veriyor.

"Haag Programı", bütün AB ülkeleri için geçerlidir; AB çerçevesinde seyahat ve göç düzenlemelerinin temelini oluşturmaktadır.

Hatırı sayılır her büyük siyasi kriz, o zamana kadar gizli kalan esas sorunların ve motiflerin açığa çıkmasını sağlar. Fransa ve Hollanda'da AB Anayasası'nın reddedilmesi, ardından bütçe sorunu ve patlak veren mali kriz, mevcut siyasi krizin patlak vermesinin vesileleri ve aynı zamanda nedenleri olarak görülmelidir.

AB sürecine baktığımızda her zaman birçok çelişkiyle, tartışmalarla, rekabetle karşılaşırız. AB içinde büyük ve küçük devletler arasında çelişkiler var. Alman-Fransız ikilisinin hakimiyetinden çekinen ülkeler var. Ama aynı zamanda bu ikilinin hakimiyetini, AB'nin itici gücü olarak görenler de var. Son zamanlarda da "eski" ve "yeni" Avrupa arasında çelişkiler gündeme geldi. Burada söz konusu olan, AB içinde ABD yanlısı devletlerin, Alman-Fransız iki-lisinin hakimiyetine karşı çıkmalarıdır. Tabii AB içinde fakir ülkeler-zengin ülkeler; yoksul bölgeler-zengin bölgeler ve yoksullar-zenginler çelişkisi de var.

AB, şimdiye kadar uyguladığı sübvansi-yon ve teşvik politikalarıyla iç çelişkilerini; çatışmalarını ve sürtüşmelerini kabul edilebilir sınırlar içinde tutabildi ve bundan dolayı da entegrasyon sürecinin ilerlemesi; AB'nin büyümesi ve genişlemesi önünde ciddi bir engel yoktu. Ama son yıllarda dünya ve AB ekonomilerinin sefil hali; neoliberal saldırıların sonucu olarak gelişen kitlesel muhalefet, dünya politikasında Amerikan emperyalizminin hegemon konumunu devam ettirmek istemesi ve bu doğrultuda adımlarını atmaya devam etmesi, yaşlı Avrupa'da ulusal çıkarların yeniden canlı olarak dile getirilmesine, vurgulanmasına neden oldu.

Irak Savaşı, AB'yi kelimenin gerçek anlamıyla ikiye böldü ve çokça sözü edilen ortak dış ve güvenlik politikasından veya konseptinden geriye hiçbir şey bırakmadı. Böylece AB'nin siyasi entegrasyon olarak bir arpa boyu dahi yol almadığı açığa çıktı.

Anayasa taslağı üzerinde güç bela anlaşma sağlayabildiler. Anayasanın kabulü ile AB, gelişmesinin yeni bir aşamasına girecekti: Bu sürecin sonunda Avrupa, ekonomik ve siyasi olarak birliğini sağlamış olacaktı. Yani bir biçimde "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulmuş olacaktı. Ama olmadı. Fransa ve Hollanda'da referandumlarla halkın anayasayı reddetmesi, bunu takip eden zirvelerde AB'nin önde gelen Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerinin birbirlerine girmeleri, Avrupa projesinin gerçekleşti-rilmesinin başka bir bahara bırakılmasına neden oldu.

ABD, AB'nin bir ulusal devletler birliği olarak kalması için Büyük Britanya'yı yönlendiriyor. Son dönemlerdeki açık çıkışlarıyla Britanya, Almanya-Fransa ikilisinin hegemonya planlarını gerçek anlamda sabote etti, evet darmadağın etti. Bu ülke başbakanı Tony Blair basına yaptığı açıklamada bunu şöyle dile getiriyordu:

"Bu, önemlidir. Çünkü Avrupa, Britanya'nın ittifaklar inşa edebileceği, kendini evinde hissedebileceği bir yapılanma içinde; içinde hakim görüşün olmadığı bir Avrupa; esnekliğin ve ilerlemenin olduğu bir Avrupa".

"Bu antlaşmaya ciddi bir şekilde bakan hiç kimse, onun federal bir süper devletin temelini oluşturduğunu iddia edemez. Bu, yeni bir Avrupa'dır. Bu yeni devletlerle masa başında buluşulduğunda bu fark hissedilebilir. Geleceğin Avrupa'sının nasıl şekillendirilebileceği sorusu üzerine mücadele var. Vergileri ahenkli yapmak veya dış ve savunma politikasında veto hakkını kaldırmak isteyenler var. Ama başka bir durum ortaya çıktı. Bunun yerine, Avrupa'nın, ulusal devletlerin Avrupa'sı olarak kalmasını teminat altına almak için ' ortak bir müttefik bulduk".

"Avrupa'nın, ulusal devletlerin Avrupa'sı olarak kalmasını teminat altına almak için bulunan ortak bir müttefik", Amerikan emperyalizminin desteğinden ve AB'ye üye olan -aynı zamanda NATO üyeleri- Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden başka bir şey değildi.

Böylece Blair, Avrupa'nın geleceğini biz (Britanya-ABD) dikte ediyoruz diyordu.

Blair, Britanya'nın, AB'nin şekillenmesine; AB projesine katılmasını bir zorunluluk olarak görmektedir ve Amerikan desteğiyle AB içinde Almanya-Fransa ikilisinin hakimiyetine karşı mücadele edebileceğine inanmaktadır. Yani o, AB'yi, NATO ve ABD ile çelişkili olmayan bir serbest ticaret alanı olarak geliştirme mücadelesinde ısrarlıdır.

Bunun ötesinde Blair bu mücadelesinde başka bir koza da sahip: Britanya Başbakanı, bu mücadelesinde AB'nin yeni üyelerini Amerikancı bir rotada örgütlemek ve bunların katkısıyla da AB'yi yeniden şekillendirmek amacındadır.

Blair, AB'nin bu yeni üyelerinin, yani aynı zamanda NATO üyesi de olan Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin, Avrupa'nın geleceği üzerine Britanya gibi aynı vizyona sahip olduğundan ve AB içinde bağımsızlıklarını korumakta kararlı olduklarından hareket etmektedir. Öyle ki Blair, bu ülkelerin ABD'ye "boyun borcu" olduğunu; "özgürlüklerine kavuşmalarında kendilerine yardım ettiğinin bilincinde" olduklarını ve bu dostluğu veya ortaklık ilişkilerini AB içinde de sürdüreceklerini savunmaktadır. Bu denli bir iddia, Britanya'nın AB vizyonunun örgütlü bir faaliyet olduğunu göstermektedir.

Açık ki, Britanya Başbakanı Blair'in AB-Avrupa vizyonu Almanya-Fransa ikilisinin etkisini kırmaktan, ABD'nin bir Avrupa gücü olarak kalmasını ve AB'yi Avrasya jeopolitikasında "demokratik köprübaşı" olarak kullanmasını sağlamaktan ibarettir.

Kısaca:

Savaşlara, yıkımlara, ayaklanmalara, devrimlere sahne olmuş yaşlı Avrupa, daha doğrusu onun bir bölümünü oluşturan AB, II. Dünya Savaşından bu yana en derin siyasi krizini yaşamaktadır. Fransa'da (Mayıs) ve Hollanda'da (Haziran) referandumlarla anayasanın reddi ve yine Haziran ayında gerçekleştirilen AB mali zirvesinin fiyaskoyla sonuçlanması, bu arada bir çok AB ülkesinin anayasanın onanması sürecini rafa kaldırmaları ve bunun AB zirvesinde de kabul görmesi; sonuçta zirvede hükümet başkanlarının "küfürleşme" derecesinde birbirleriyle dalaşmaları, o zamana kadar AB içinde yaşanan sert tartışmalara benzemiyordu. Son dönemdeki suçlama düellosu, AB'nin derin bir siyasi kriz içinde olduğunu gösteriyor. Açık ki, Avrupa Birliği projesi; ekonomik entegrasyondan siyasi entegrasyona geçiş projesi, emperyalistler arası çelişkilere; bu çelişkilerin ifadesi olan rekabet çıkmaz sokağına saplanıp kalmıştı.

Söz konusu siyasal kriz, AB'nin ekonomik bir entegrasyon olmaktan öteye geçmediğini ve kolay kolay da geçemeyeceğini göstermiştir.

AB, "ulusal" siyasi çıkarlara ve ulusal egoizmlere çarpmıştır.

Bu siyasal krizin patlak vermesinde birçok faktör rol oynamaktadır:

1- AB, üye ülkeler arasındaki bölgesel ve sosyal eşitsizliği belli ölçülerde azaltmak için maddi olanağa sahiptir. Ama küreselleşme bunu engellemektedir. AB ülkeleri sermayesi, artık, düşük ücret sunan ve az vergi alan ülkelerle küresel rekabet edebilmek için tarım sübvansiyonları, bölgesel fonlar ve başkaca sübvansiyonlar için harcama yapacak durumda değildir. Buna emeklilik, sağlık vb. sosyal sistemlerin finanse edilmesi de dahildir. Bu nedenle Britanya Başbakanı Blair, tarım sübvansiyonlarını saçma bulmaktadır. Çünkü tarım sübvansiyonları AB bütçesinin yüzde 40'ını oluşturmaktadır.

Ne var ki, bu harcamaları kaldırmak o kadar kolay değil. II. Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa ülkelerinde oluşan sosyal ve siyasal yapı; itina ile dengelenmiş bu yapı, bu türden harcamalar olmaksızın yıkılmaya mahkumdur. Bu yapıların yıkılması veya yıkılmasına neden olan adımların atılması, sadece ulusal siyasal bir krize neden olmaz, aynı zamanda AB ülkeleri arasında ulusal çıkarları karşı karşıya getirir ve böylece AB içinde ülkelerin karşılıklı rekabetini keskinleştirir. Fransa-Almanya ikilisi ile Britanya arasındaki "it dalaşı" tam da bu durumun açık bir yansımasıdır. AB içindeki son gelişmelerin gösterdiği gibi, sorun ulusal çıkarlara gelip dayandığında birleşik Avrupa'yı göklere çıkartan ülkeler ve bu ülke hükümetleri, gerçek yüzlerini göstermekte geç kalmıyorlar.

2- Amerikan emperyalizminin giderek ağırlaşan baskısı, siyasi krizin başka bir nedenidir. Irak Savaşından bu yana Amerikan emperyalizmi, dünya hegemonyası mücadelesini desteklemeyen AB üzerindeki nüfuzunu, bu birliğin uluslararası arenada bir rakip olarak gelişmesini engellemek için yoğun olarak kullanmaya başlamıştır. Bu çabasında Amerikan emperyalizmi başarılı olmuş ve görünen o ki, şimdilik amacına ulaşmıştır. ABD, "eski"-"yeni" Avrupa'yı gündeme getirmiş ve "yeni" Avrupa diye tanımlanan AB'nin Doğu ve Orta Avrupa'daki üyelerini yanına çekmiş ve "eski" Avrupa'nın bazı ülkeleriyle birlikte Irak Savaşı nedeniyle AB'yi ikiye bölmüştür.

Amerikan savunma bakanı Donald Rumsfeld, yaptığı açıklamayla ABD ve AB arasında; ABD+Britanya ikilisi ile Almanya+Fransa ikilisi arasında emperyalist savaş üzerine veya ABD'nin savaş planlarına karşı oluşmuş olan ve ilk Körfez Savaşından (1991) bu yana giderek belirginleşen çatlağı/çelişkiyi dile getirdi. Bir gazetecinin sorusu üzerine Rumsfeld şöyle diyordu: "Avrupa dendiği zaman Almanya ve Fransa'yı anlıyorsunuz. Ama ben böyle anlamıyorum. Bu, eski Avrupa'dır. Avrupa'nın çok sayıda başka ülkelerine bakınız. Onlar bu sorunda Fransa ve Almanya ile aynı görüşte değiller. Onlar ABD'nin yanındalar".

ABD, Avrupalı bu müttefiklerine şimdiye kadar bu sertlik ve açıklıkta saldırmamış ve AB çerçevesinde Avrupa'nın birliğini soru götürür olarak görmemişti veya böyle bir açıklamada bulunmamıştı.

Amerikan emperyalizmi, Avrupa'da Almanya ve Fransa'ya muhalif ve kendi kontrolü altında bir nüfuz alanı oluşturma niyetini dile getiriyordu.

Fransız ve Alman tekelci burjuvazisinin önünde fazla alternatif yoktu: Ya ABD'nin isteğine boyun eğecekler ve böylece AB'nin açıktan açığa Amerikan emperyalizminin protektoratına dönüşmesine razı olacaklardı ya da "yalancı pehlivanlık" yaparak güya ABD'ye karşı geldiklerini göstereceklerdi. AB ülkeleri tekelci burjuvazisi, özellikle de Alman ve Fransız tekelci burjuvazisi bu ikilemden kurtulamamıştır.

ABD-AB çelişkisinde B. Britanya, ABD'nin yanında yer almaktadır. Bu ülke, AB içinde Almanya-Fransa ikilisine karşı Amerikan emperyalizminin ortağı olarak hareket etmiştir ve etmektedir.

Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin ABD yanında yer almalarının bir nedeni de Fransız-Alman hakimiyetinden ve Fransa-Almanya-Rusya ekseninden çekinmeleridir.

Aradan geçen zaman AB'nin içinde bulunduğu bahsi geçen ikilemi ne önemsizleştirmiş veya ne de ortadan kaldırmıştır. Aksine "eski" Avrupa içinde de ABD'den yana tavır alınmalıdır seslerinin yükselmesine neden olmuştur.

Aradan geçen zaman Almanya ve Fransa'ya, Amerikan emperyalizmi ile Avrupa'da veya uluslararası arenada "aşık atabilmek" için mevcut potansiyellerinin hiç yeterli olmadığını ve güç olarak da AB'ye güvenilemeyeceğini göstermiştir. AB'nin, ABD karşısında ciddi ciddi "horozlanması" başka bir bahara kalmıştır.

3- Birkaç yıldan bu yana emperyalist savaşa ve neoliberal saldırılara karşı oluşan ve dönem dönem yüz binlerle, milyonlarla ifade edilen toplumsal muhalefet, AB'de siyasi krizin patlak vermesinin en önemli nedenlerinden biri olarak görülmelidir.

Dünya çapında emperyalist küreselleş-meye karşı gelişen hareket, Avrupa'da Avrupa Sosyal Forumu olarak örgütlendi ve doruk noktasına 2003 Şubatında Irak'a karşı emperyalist savaşı durdurma eyleminde ulaştı. Milyonlarca savaş karşıtı, aynı zamanda neoliberal saldırıları da protesto etmek için sokakları doldurdu. Milyonların savaş karşıtlığından bazı Avrupa ülkelerinde hükümetler kendi çıkarları için yararlanmaya çalıştılar. Bunların başında ABD'nin Irak'a saldırmasına karşı olduğunu açıklayan Fransa ve Almanya gelmektedir. Bu ülkelerde tekelci burjuvazinin hükümetleri savaşı kendi sermayelerinin çıkarları temelinde reddetmişler ve savaş karşıtı hareketi de kendi çıkarları için kullanabilmişlerdi. Örneğin Almanya'da Sosyal Demokrat-Yeşiller koa-lisyonunun seçimleri yeniden kazanmasında (2002) savaş karşıtı görünmesinin önemli bir payı vardır.

Ama bu ülkelerde yığınlar, 'hükümetle-rimiz savaşa karşılar, öyleyse bizde savaşı protesto etmek için sokağa çıkalım' düşüncesiyle savaşı protesto etmek için sokağa çıkmamışlardı. Onların savaşa karşı olma mo-tifleriyle hükümetlerin savaşa karşı olma motifleri birbirinden temelden farklıydı: İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar, tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet eden savaşı ve militarizmi protesto ederlerken, hükümetler, ABD'ye karşı kendi emperyalist çıkarlarını savunma motifiyle emperyalist savaşa karşı çıkıyorlardı.

Kitlesel kronikleşmiş işsizlik, tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanmış neoliberal politikaların uygulanmaya konması; emeklilik, sağlık, eğitim vb. alanlarda elde edilmiş sosyal hakların makaslanması, çalışma yaşamının düzensizleştirilmesi son birkaç yılın Avrupa'sında tekelci burjuvazi-nin temel politikaları olmuştur. Bütün bunlar yüz binleri sokağa dökmüştür.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlarla burjuvazi arasındaki bu çelişki giderek daha çıplak olarak açığa çıkmış ve bu ülkelerde toplumsal ve siyasal yaşamın şekillenmesinde belirleyici faktör olmuştur. Bu nedenle Fransa'da AB anayasasının reddinde yığınların bu ülkede neoliberal politikalara ve saldırılara karşı oluşları önemli bir rol oynamıştır: Yani Fransa'da seçmenlerin çoğunluğu, ana-yasaya sadece, tekellerin anayasası olduğu için hayır demedi. Uygulanan neoliberal politikaların; demokratik, ekonomik ve bir bütün olarak elde edilmiş sosyal kazanımların rafa kaldırılmasında ifadesini bulan neoliberal saldırıların anayasanın reddedilmesinde belirleyici bir rol oynadığı tartışma götürmez.

Referandum sonuçları, bu ülkelerde hükümetlere duyulan güvensizliğin ifadesiydi. Anayasayı onama sorununda patlak veren krizin başka ülkelere de sıçramasını engellemek için anayasayı onama süreci bazı AB ülkelerinde donduruldu.

Dolayısıyla bu ülkede AB anayasasının reddi sadece, anayasanın geniş yığınlar tarafından antidemokratik olduğunun kavranmasının bir sonucu olarak görül-memelidir. Aynı durum Hollanda için de geçerlidir. Bu ülkede de anayasanın reddinde ülke çapında ve AB çerçevesinde neoliberal politikalar ve saldırılar önemli bir rol oynamıştır. Öyle ki, Almanya'da hükümet erken seçime gitmek zorunda kalmıştır.

Belirttiğimiz nedenlerden dolayı Fransa'da AB anayasasının reddi sonucunda ülkede siyasi bir kriz patlak vermiştir. Almanya'da da patlak veren siyasi krizin nedeni aynıdır.

Emperyalist küreselleşme koşullarında dünya pazarlarında iddialı olmak için neoli-beral politikaları uygulamaktan başka yolu olmayan Fransa'da Fransız tekelci burjuvazisi, neoliberal ve Amerikancı bir siyasi rota izleyen N. Sarkozi'yi, devlet başkanı Jacques Chirac'ın halefi olarak hazırlıyor.

Almanya'da erken seçim arifesinde koa-lisyon hükümetinin sosyal demokrat kanadı Agenda 2010'da kararlı olduğunu ve Almanya'nın dünya pazarlarında iddialı olması için neoliberal politikaların kararlıca gerçekleştirmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

4- Kıta Avrupa'sı ile B. Britanya arasındaki çelişki de AB'nin siyasal krizinin bir nedenidir. Kıta Avrupa'sındaki bu gelişmeleri izleyen Blair, bu ülkelerdeki ve genel olarak AB'deki siyasi krizi, AB'yi ve bunun ötesinde bütün Avrupa'yı Britanya modeline göre biçimlendirmek için kullanmanın hesabını yapıyor. Ne de olsa elinde AB Konsey Başkanlığı gibi bir fırsat var. Blair, görev teslimi nedeniyle Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada Avrupa'nın "modernleşti-rilmesi"nden bahsediyordu. Blair'e göre yeni bir sosyal model oluşturulmalıdır -tabii Britanya modeli göz önünde tutularak- ve bu model sayesinde AB'nin "rekabet yeteneği daha da iyileştirilmelidir" ve AB, "gereksiz, fazlalık olan bazı mevzuatları atmalıdır, bürokrasiyi azaltmalıdır, küresel, dünyaya açık, rekabet yeteneği olan bir Avrupa'nın savunucusu olmalıdır". Devamla Blair, baklayı ağzından çıkartır: AB, ABD'ye karşı rekabet etmemeli, aksine onun "iyi bir ortağı" olan "dış politikada aktif bir aktör" olmalıdır.

Blair'in önerdiği model, Britanya'da uygulanan modeldir: Bu ülkede ücretler oldukça düşüktür. Hanelerin üçte birinden fazlası, işi olmasına, çalışmasına rağmen kazandığıyla geçinemeyenler kategorisinde yer alıyor. Yani yoksuldur. Bu ülke, Avrupa'da çalışma süresinin en uzun olduğu ülkedir. Bu ülkede çocukların yüzde 25'inden fazlası resmi olarak yoksul kategorisinde yer alıyor. (Gelişmiş ülkeler arasında yüksek bir oran). Ama bu ülke, Avrupa'da işletme vergisinin en düşük olduğu, buna karşın dolaylı vergilerin en yüksek olduğu ülkelerden biridir.

Kıta Avrupa'sında Blair'e, önerdiği sosyal modelden dolayı karşı gelinmiyor. Almanya ve Fransa'da gündemde olan neoliberal saldırılar, Britanya'nın 1980'li yıllardan bu yana uyguladığı neoliberalizmi uygulayabilmek için sürdürülmektedir. Kıta Avrupa'sı ülkeleri bu konuda B. Britanya'yı adeta taklit ediyorlar. Bunlar arasındaki temel fark, dış politika alanındadır. Almanya ve Fransa, ABD'ye karşı rekabet edebilmek için AB'nin siyasal bir entegrasyon olarak gelişmesinden, ortak bir dış politikanın geliştirilmesinden yanalar. Blair ise tam bunun tersini savunu-yor: AB, ABD'nin "dış politikada aktif bir ortağı" olsun istiyor.

Diğer bir ifadeyle: Blair bu anlayışıyla AB'nin geleceğinin tartışılması için ortam hazırlıyor. Gelişmeler ve üye ülkelerin soruna yaklaşımı, nasıl bir Avrupa istiyoruz sorusuna somut cevap vermenin zamanının geldiğini göstermektedir. Yukarıda mevcut siyasal krizin birkaç nedenini belirttik. Bu nedenlerin hemen her biri, AB'nin geleceğini ilgilendirmektedir ve bu yüzden de kriz, AB'nin geleceği üzerine düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı AB, geleceği üzerine düşünceler bazında ikiye bölünmüş durumdadır:

-AB'nin ekonomik bir entegrasyon olarak kalmasını isteyenler (Öncelikle B. Britanya).

-AB'nin siyasi bir birlik olarak gelişmesini isteyenler (Öncelikle Almanya-Fransa ikilisi).

Blair'in ağzından İngiliz tekelci sermayesi nasıl bir AB istediğini açıklıyor: AB, ekonomik bir entegrasyon olarak; ABD'nin ortağı olarak kalmalıdır. Blair bu konuda Amerikan emperyalizminin doğrudan desteğini alıyor.

Almanya-Fransa ikilisi, AB'nin siyasi bir birlik olarak gelişmesinden yana. Alman ve Fransız tekelci sermayeleri, tek başlarına dünya hegemonyası için mücadele edemeyeceklerini, dünyanın yeniden paylaşımını tek başlarına talep edemeyeceklerini; yani siyasi, ekonomik ve askeri potansiyelin birleşti-rilmesi gerektiğini pekala biliyorlar. Bu nedenlerden dolayı, kararların uygulanmasında bağlayıcılığı belirleyici olduğu için, siyasi bir birliğin gerçekleştirilmesini talep ediyorlar.

AB, mevcut mali krizini, şimdiye kadar ekonomik ve mali krizlerini çözdüğü gibi çözebilir. Ama anayasa bağlamında gündeme gelen ve doğrudan AB'nin geleceğini ilgilendiren siyasal krizini; AB'nin geleceği üzerine düşüncelerden; nasıl bir AB sorunundan kaynaklanan siyasi krizini kolay kolay çözemez. Bu krizin iki çözüm yolu vardır:

AB ülkeleri;

-ya B. Britanya'nın görüşü doğrultusunda hareket ederek ve bu arada ABD'nin de desteğini alarak AB'nin ekonomik bir enteg-rasyon olarak kalmasında karar kılabilirler.

-ya da Alman-Fransız ikilisinin görüşü doğrultusunda hareket ederek AB'nin siyasi bir birliğe dönüşmesi için adımlar atarlar.

Her halükarda AB'nin bu krizden sonraki gelişmesi, bugüne kadarki gelişmesinden oldukça farklı olacaktır. Çünkü AB, ekonomik entegrasyon olarak gelişmesinin sınırlarına varmıştır. Bu nedenle AB'nin ekonomik en-tegrasyon olarak kendini yenileme olanağı pek kalmamıştır. Bundan sonraki gelişme, mevcut sınırların aşılması anlamına gelmektedir. O, kendini ancak ve ancak siyasi birliği sağlama doğrultusunda atacağı adımlarla yenileyebilir.

Sonuç:

AB çerçevesindeki gelişmeler işin ciddileştiğini göstermektedir. Bugüne kadar mevcut entegrasyon çerçevesinde sorunlarını çözebilen ve genişleyen AB, açık ki, gelişmesinin bu aşamasında bir yol ayrımına gelmiştir: Ya siyasi entegrasyonun sağlanması için adımlar atılır, ya da AB, ekonomik bir entegrasyon olarak kalır.

Kapitalizmde siyasi entegrasyon, entegre olmak isteyenlerin ulusal özelliklerinden ve çıkarlarından kaçınılmaz olarak vazgeç-meleri ve güya "ortak değerler"de birleşmeleri demektir. Böyle bir birleşmede "ortak değerler", en güçlü olanın değerleridir.

Açık ki, AB, kendi gerçeğiyle yüz yüze gelme sürecine girmiştir.

AB, siyasal bir birlik midir veya "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulabilir mi?

Bu soruya cevap verebilmek için AB'nin neyin ve kimin AB'si olduğunu tespit etmek gerekir.

Her şeyden önce AB, tekellerin AB'sidir: Burjuvazinin özgürlükten anladığı, sermaye (buna değerli kağıtlar da dahildir) için özgürlüktür. Bu nedenle AB, tekellerin, sermayenin özgür hareketini sağlamak için kurulmuştur ve onun büyümesi ve genişlemesi, sermayenin, tekellerin özgürlüğünün büyümesi ve genişlemesi anlamına gelmektedir. Burada söz konusu olan, ulusal olmaktan çıkmış AB'leşmiş sermaye ve tekeller değildir. AB, AB üyesi ülkelerin sermayesi ve tekelleri için özgürlüktür. Bu anlamda AB, AB'ye üye ülkelerin sermayelerinin ve tekellerinin AB'sidir.

1999 verilerine göre dünyanın en büyük 200 tekeli arasında merkezi AB'de olan 68 tekel yer alıyor. İsviçre tekelleriyle birlikte bunların sayısı 74'e çıkıyor. Bunların hiç birisi AB tekeli değil, hiçbirisi AB tekeli kimliğinde değil. Onlar, merkezleri AB'de ve İsviçre'de olan ulusal tekellerdir. Adı üzerinde: 22 Alman, 17 Fransız, 10 Britanya, 6 Hollanda, 6 İtalyan, 3 İspanya ve birer tane de Lüksemburg ve İsveç tekeli. İşte AB, bu tekellerin AB'sidir. Bu anlamda AB, üye ülkeler bazında ulusal sermayeler ve tekeller için özgürlüktür.

AB, serbest meta dolaşımı demektir: Serbest meta dolaşımının gerçekleştirilmesi için sınırların ve gümrüklerin kaldırılması gerekir. Burada da esas itibariyle söz konusu olan, tekel ürünlerinin serbest dolaşımıdır. Bu nedenle AB, tekel ürünlerinin serbest dolaşımını teminat altına alan bir enteg-rasyondur. Dolayısıyla AB, uluslararası tekeller; tekelci sermaye için meta dolaşımından başka bir anlam taşımaz.

AB, hizmet sektöründe serbest dolaşım demektir: Burada söz konusu olan, banka ve sigorta faaliyetleri önündeki ulusal sınırın veya ulusal sınırlanmanın kaldırılması ve bu alandaki tekellerin özgür banka ve sigortacılık faaliyetinin sağlanmasıdır. Bu nedenle AB, tekelci bankaların; büyük bankaların ve sigortaların AB'sidir.

AB, vatandaşların "özgür" dolaşımıdır: AB'ye göre AB vatandaşları AB ülkeleri içinde pasaportsuz seyahat edebilirler. Ama bunun her zaman böyle olmadığı, bazı gösterilerde sınır geçmek söz konusu olduğunda yaşanıyor. Göstericilerin serbest hareketini engellemek için seyahat özgürlüğünün rafa kaldırıldığı bir gerçekliktir.

AB'nin seyahat özgürlüğünden anladığı, başka ülkelerden ucuz işgücü göçüdür. Yani işgücünün ucuz olduğu ülkelerden işgücünün "pahalı" olduğu ülkelere göç. Bu anlamda AB, ucuz işgücünün serbest dolaşımı demektir.

Komünist Manifesto'da Marks ve Engels şu tespiti yapıyorlardı: "Mevcut burjuva üretim ilişkileri çerçevesinde özgürlükten anlaşılan, serbest ticarettir, serbest alım ve satımdır".

AB, tekelci sermaye için bu serbestlikten başka bir anlam taşımıyor.

Böyle bir AB, şüphesiz ki işçilerin ve emekçi yığınların AB'si olamaz. Mevcut AB, ancak ve ancak tekelci sermayenin, tekelci burjuvazinin AB'si olabilir. Bu anlamda; her iki sınıf açısında "Avrupa Birleşik Devletleri" kurulabilir. Bu konu üzerine tartışmalar hiç de yeni değildir. Ama konuyu "Avrupa Birleşik Devletleri" açısından ele almak ve doğru değerlendirme yapabilmek için mevcut AB'nin henüz ekonomik bir entegrasyon olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir.

Burjuvazi, çıkarlarına uygun olursa kendine özgü "Avrupa Birleşik Devletleri"ni kurmakta sakınca görmez. Tıpkı 1957'de çıkarlarına uygun gördüğü için bugünkü AB'nin temelini Avrupa Topluluğu olarak atması gibi. AB'nin tarihi, mevcut haliyle böyle bir entegrasyonun, ilgi duyan ülkelerin bir araya gelmeleriyle gerçekleştirilebileceğini göstermiştir. Böyle bir ekonomik en-tegrasyonun kalıcı bir özelliği yoktur. Ancak üyeleri, çıkarlarına uygun görüyorlarsa böyle bir entegrasyonu kapsamlaştırabilirler, ömrünü uzatabilirler, ama siyasal bir birlik olarak "barışçıl" koşullarda gelişmeleri; birleşik bir devlet kurmaları olası değildir.

"Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine" makalesinde Lenin'in tespit ettiği gibi "kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır".

Lenin, o gün açısından böyle bir devletin kurulma nedenlerini de şöyle açıklar: "... ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa'daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa'dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika'ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla. Amerika Birleşik Devletleri'yle kıyaslan-dığında, Avrupa, tüm olarak ekonomik durgunluğu simgeler. Bugünkü ekonomik temel üzerinde, yani kapitalizm koşullarında, bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika'nın daha hızlı gelişmesini geciktirmek için gericiliğin örgütlenmesi anlamını taşır".

Böyle bir devletin kurulması için bugün nedenler değişmiştir: AB'nin siyasi bir enteg-rasyon olarak gelişmesini savunan Alman-Fransız ikilisi bunu bugün açısından "sosya-lizmi ortaklaşa ezmek" için istemiyorlar. Şimdilik böyle bir isteğin nesnel bir nedeni yok. Ama "sömürgelerin bugünkü bölüşül-mesinde haklarının yendiğini düşünüyorlar", "Amerika'ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla" istiyorlar; yani Amerikan emperyalizmi ve başka hegemon güçlerle dünyayı yeniden paylaşmak, dünya pazarlarında aslan payını kapmak için rekabette güçlü olmak için, AB'nin siyasi bir entegrasyon olarak gelişmesini istiyorlar.

Böyle bir gelişme barışçıl koşullarda mümkün olabilir mi? AB'nin diğer üyeleri Alman-Fransız ikilisinin çıkarlarını kabul ederek ulusal benliklerinden vazgeçebilirler mi? Bundan da önemli olarak, Alman-Fransız ikilisi, barışçıl olarak kaynaşabilir mi, yani Alman ve Fransız sermayeleri, Alman ve Fransız sermayesi kimliğinden çıkarak belli bir bütünselliği, belli bir iradeyi temsil eden sermaye olabilir mi? Soruna neresinden bakarsak bakalım AB'nin siyasal birliği sağlaması için zor kullanımı kaçınılmazdır. Bu konuda Lenin, adı geçen makalesinde şöyle der:

"Kapitalizm koşullarındaki bir Avrupa Birleşik Devletleri, sömürgeleri paylaşma anlaşmasıyla aynı anlama gelir. Oysa kapita-lizm ortamında kuvvetten başka paylaşma temeli, paylaşma ilkesi yoktur' Kapitalizm, üretim araçlarında özel mülkiyet ve üretimde anarşidir. Bu temele dayanan "adil" bir gelir bölüşümünü vaaz etmek prodonculuktur, ahmakça dar kafalılıktır. Bölüşüm "kuvvet oranının" dışında olamaz. Ve kuvvet, ekonomik gelişmenin ilerlemesiyle değişir' Kapitalist bir devletin gerçek gücünün sınanmasında savaştan daha başka bir yol yoktur ve olamaz da. Savaş, özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez - tersine, bu ilkelerin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalizmin koşullarında tek tek girişimlerin, ya da tek tek devletlerin eşit ekonomik büyümesi olanak dışıdır. Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide bunalımdan ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur".

AB, üyesi ülkeler arasında güçler dengesinin değişmeyeceğini garantilemiyor. Ne böyle bir amacı var ve bu ne de olasıdır. Kapitalizm koşullarında eşitsiz gelişme esastır ve eşitsiz gelişmenin kaçınılmaz sonucu da kapitalist ülkeler arasında güçler dengesinin sürekli değişeceğidir. Bu anlamda bugün AB'de emperyalist ülkeler arasındaki güçler dengesi, yarın değişebilir ve yeni dengenin sağlanması için zor kullanmaktan başka yol yoktur.

Kısaca: AB'nin siyasal bir irade olabilmesi, "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüşebilmesi için öncelikle Alman-Fransız ikilisinin diğer üyeler üzerinde zor kullanmaları ve sonra da kendi aralarında zor kullanmaları gerekir. İşin gerçeği budur.

Veya Lenin'in deyimiyle "emperyalizmin ekonomik koşulları -yani sermaye ihracı ve dünyanın "ileri" ve "uygar" sömürgeci güçler arasında paylaşılmış olması- açısından, kapitalizm altında bir Birleşik Avrupa Devletleri ya olanaksızdır ya da gericidir".

Esas olan, nesnellik şudur:

AB, ekonomik entegrasyon olarak genişliyor ve güçleniyor, ama AB çerçeve-sinde sermayeler ulusal kalıyor.

Kuruluşundan bu yana "ilaç için de olsa" bir Avrupa tekeli henüz yok. Henüz bütün üyeleri tarafından kabul edilmese de bir anayasası var. Hemen her alanda sayısız düzenlemeleri var. Sermayenin özgür hareketi önündeki hemen her engel kaldırılmış. İç sınırlar kaldırılmış. Öyle ki, önceleri ulusal devletlerin yetkisi dahilinde olan birçok işler Brüksel'e devredilmiş. Ama sermayeler ve tekeller hala ulusal. Her bir ülkeye ait sermayeler ve tekeller, ulusal kimliklerinden sıyrılarak AB sermayeleri, AB tekelleri olarak kaynaşmamışlar. Bu nedenle AB, ana tekelin/sermayenin ulusal kaldığı bir birleşme, ekonomik entegrasyon modelidir.

AB'nin bu özelliğinden dolayı stratejistleri ve jeopolitikacıları önemli bir sorunla karşı karşıyalar. Bu sorun, taban-üst yapı ilişkilerinden; ekonomik yapı ile buna tekabül eden siyasal farklı yapıların-devletlerin olmasından kaynaklanmaktadır. Taban ile üst yapı arasında diyalektik bir bağ vardır. Buna göre: AB-üst yapısının; bir AB-devletinin olabilmesi için AB-sermayesinin, AB-ekonomik yapısının olması gerekir. Yani AB-alt yapısı; ekonomisi kendine tekabül eden bir AB-üst yapısı geliştirmek zorundadır. Olmayan da bu. Mevcut haliyle bütün AB-üst yapısında; AB kurumlarında ulusal devlet çıkarları için amansız bir rekabet söz konusudur. Bu rekabette güçlü olan kendini kabul ettiriyor. Bu nedenle AB, esasen ulusal devlet çıkarları; ulusal sermaye/tekel çıkarları için çetin bir rekabetin sürdürüldüğü, ancak, uzlaşmanın sağlanmasıyla varlığını devam ettiren bir entegrasyon durumundadır.

AB, AT olarak kurulduğundan bu yana ilerleyen bir entegrasyon sürecidir. 1957'den bu yana aynı gelişmesinin geldiği aşama bugünkü halidir. Bu hali; kapitalist ilişkiler temelinde "Avrupa Birleşik Devletleri"nin kurulmasının ancak zor kullanımıyla; savaşla mümkün olabileceğini göstermektedir. Hiçbir AB ülkesi, isteyerek Almanya'nın veya Fransa'nın hegemonyasında Almanlaşarak veya Fransızlaşarak "Avrupa Birleşik Devletleri"ni kurmaya yanaşmaz.

Almanya-Fransa ikilisi temelinde AB'nin "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüşmesi için Fransa'nın Almanyalaşmasını veya da Almanya'nın Fransalaşmasını beklemek gerekir. Bu da ancak ve ancak, kapitalizmde eşitsiz gelişmenin doğrudan bir sonucu olarak zor kullanımıyla mümkün olur.

Bütün olasılıklar veya kapitalizm gerçekliği, AB'nin "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüşmesinin en kestirme yolunun savaş olduğunu göstermektedir.

Kuruluşundan bu yana geçen zaman, AB'nin siyasal entegrasyon yolunda ilerlediği anlayışının ne denli bir abartı olduğunu göstermektedir.

Reformist ve liberal çevrelerin, şimdiye kadarki gelişmesine dayanarak AB hakkında yaydıkları hayaller de başlı başına ayrı bir yanılsamadır. Bu konuya açıklık getirmekte yarar var:

"Ultra-emperyalizm"(Kautsky):

"'Acaba bugünkü emperyalist politikanın yerini, ulusal mali sermayeler arasındaki mücadelenin yerini, uluslararası düzeyde birleşmiş mali sermaye ile dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperya-list bir politikanın alması mümkün değil mi? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir bir şeydir".

Lenin:

"'Kapitalist düzende nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler dengesi ise eşitsiz biçimde değişmektedir. Çünkü kapitalist düzende tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit gelişmeleri olanaksızdır'

' Alman 'Marksisti' Kautsky'nin bayağı küçük burjuva fantezilerinde değil de, kapitalizm gerçeğinde 'inter-emperyalist' ya da 'ultra-emperyalist' ittifaklar -bu ittifaklar ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun- zorunlu olarak, savaşlar arasındaki 'nefes molaları'ndan başka bir şey değildir. Barışçıl ittifaklar, dünya ekonomisi ve dünya politikasının emperyalist bağlantı ve ilişkilerinin bir ve aynı zemini üzerinde, barışçıl olan ve olmayan mücadelenin biçimlerinin değişmesini yaratarak, birbirlerini koşullayarak savaşları hazırlarlar ve yine onlardan doğarlar" (Lenin; "Emperyalizm'", C. 22, Syf., 299-301).

Kautski'ye göre, "kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir bir şeydir". O, devamla şöyle diyordu: "Bunun gerçekleşebilir olup olmadığı sorusunu yanıtlamak için henüz yeterli öncüler yok".

Böyle bir şey olmadı: "Ultra-emperya-lizm... uluslararası birleşmiş mali sermayesi" ile "dünyanın ortak sömürüsünü" örgütleye-medi. Lenin'in öngördüğü gibi, tam tersi gerçekleşti; eşit olmayan gelişme ve rekabet, savaşa neden oldu.

Günümüzde ise "saldırgan Amerikan emperyalizmi", Amerikan militarizmi karşı-sında AB, Kautsky tarzında bir umut olarak görülüyor. Ama AB, hiç de Kautsky tarzında; onun öngördüğü yönde gelişmiyor. Rekabet, eşit olmayan gelişme, mevcut entegrasyonun altını kazıyor.

Sonuç itibariyle:

Amerikan emperyalizmi, "ulusal" çıkarlara dayanıyor ve bu çıkarlar için jeopolitika geliştiriliyor.

Buna karşın ortalıkta bir AB-emperyalizmi yok; ama AB'nin emperyalist ülkeleri var; AB entegrasyonu çerçevesinde birbiriyle rekabet eden "ulusal" çıkarlar var. Aradaki fark bu.

Türkiye-AB ilişkileri veya Türkiye hangi koşullarda AB üyesi olabilir veya olamaz?

Türkiye'nin üyeliği konusunda AB, ikiye bölünmüş durumda: Türkiye'nin üyeliğinden yana olanlar ve ona "imtiyazlı ortaklık" verilmesinden yana olanlar. Türkiye'nin üyeliğinden yana olanların temel düşüncelerini o zamanki Alman Dışişleri Bakanı Fischer çok açık bir biçimde ifade etmektedir:

AB, dünya düzeninden "sorumlu" süper güç olmak için belli bir büyüklüğe veya zorunlu bir büyüklüğe ulaşmış olması gerekir. Türkiye, AB'nin böyle bir güç olmasına yardımcı olmak göreviyle karşı karşıyadır. Zamanın Alman Dışişleri Bakanı J. Fischer, Türkiye'nin AB'ye neden üye olması gerektiğini anlatıyor:

"'Avrupa'nın birliğinin stratejik bir boyutu vardır. Burada, Avrupa standardına tekabül eden bir Türkiye, AB'nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası kadar önemlidir" (J. Fischer, "Berliner Zeitung", 28.02. 2004).

Fischer, devamla şöyle der:

"Küreselleşmeyi siyasal olarak şekillendirmeliyiz. Asimetrik çatışmalara hakim olmak ve elverdiğince çözümlemek, ancak, kıtasal çapta hareket edebilmekle mümkündür. Rusya, Hindistan, Çin ve tabii ABD, gerekli büyüklüğe sahipler. Biz Avrupalılar için sorun şu: Ağırlığımızı geçerli kılacak derecede kaynaşabilir miyiz? Türkiye tartışmasını bu perspektifle ele almak gerekir".

Fischer, Alman emperyalizminin çıkarlarını göz önünde tutarak, AB'nin sahip olması gereken "stratejik boyut"tan bahsediyor. Dünya çapında politika yapabilmek için AB veya Avrupa, "kıtasal boyutta hareket" etmelidir diyor. Yani ABD'nin sahip olduğu büyüklüğe sahip olmalıdır diyor.

Zamanın Alman Dışişleri Bakanına göre AB, "küreselleşme"ye maruz kalan durumunda olmamalıdır, aksine küreselleşmeyi "şekillendiren" güç olmalıdır. Böylece Fischer, AB'nin önünde duran sorunun, dünyayı yeniden paylaşmak, dünya pazarlarında aslan payını kapmak, en güçlü rakiplerle rekabet edebilmek olduğunu dile getiriyor.

Fischer'e göre Türkiye, AB'nin böyle bir güç olmasına; "stratejik projesi"ni gerçekleştirmesine yardım etmelidir. Bu nedenle Türkiye'den öyle pek fazla bir şey de istenmiyor! Sadece, stratejik konumunu AB'nin olası jeopolitik açılımlarına sunması isteni-yor: "Kıtasal boyutta" aktör olmak isteyenler şunu diyorlar: Türkiye, Avrupa ile iki farklı "çatışma yapıları" arasında köprü konumundadır; yani Türkiye Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeni içinde merkezi bir konuma sahiptir; Türkiye Avrupa ile "İslam dünyası" arasında bir "köprü"dür.

AB, Türkiye üzerinden Ortadoğu'ya, Kafkaslara ve Asya içlerine açılmak istiyor. Emperyalist talan ve hakimiyet için savaşılacak derecede önemli olan bu bölgeleri AB, ABD, Rusya ve Çin gibi rakiplerine bırakmak istemiyor. Bu nedenle, Türkiye'nin Ortadoğu ülkeleri için "model ülke" teşkil ettiğini ifade ediyor.

Bu anlayışları Türkçe'ye çevirirsek: AB, Amerikan emperyalizmine karşı dünya hegemonyası için rekabet edebilmek için söz konusu üçgendeki yerel, "etnik sorunlara" -"çatışma yapıları"na- müdahil olmak, aynen ABD gibi, bu bölgelerin stratejik konumunu hegemonya mücadelesinde kullanmak ve tabii ki, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarını kontrol etmek istiyor. Ve bütün bunları yapabilmek için belli bir bölgesel büyüklüğü olan Türkiye'yi, üye yaparak kullanmak istiyor.

"İmtiyazlı ortaklık" vermekle yetinelim diyenlere gelince: Daha ziyade muhafazakar partilerin temsil ettiği bu kesim de aynı AB'yi istiyor. Ama bunlar, böyle bir AB'nin oluşturulması sürecinde Türkiye'ye rol verilirken dikkatli olunması gerektiğini vurguluyorlar. Bu unsurların kaygılarını şöyle özetleyebiliriz:

Türkiye;

-Avrupa'nın entegrasyon yeteneği olan sınırlarını parçalayabilir.

-Oldukça büyük.(Stoiber)

-Tek taraflı AB-stratejilerinin aracı yapılamayacak derecede keyfi; yani kendi başına hareket edebilir ve kontrol altına alınamaz. (Stoiber)

-Mevcut güç dengelerini altüst edebilir. (Stoiber)

-Avrupa iç ve dış politikasına kendi düşüncelerini empoze edecek durumdadır. (Stoiber)

-AB içindeki tartışmalarda ve rekabet sorunlarında Almanya ve Fransa'ya karşı başka üyelerle ittifaklar kurabilir.

Türkiye'nin üyeliğini isteyenlerin de istemeyenlerin de söyledikleri oldukça açık: Dünya politikasında söz sahibi olmak isteyen, jeopolitik açılımlara sahip olmalıdır ve stratejik hareket etmelidir, bunun için de yedeklediği güçleri harekete geçirebilmelidir. AB veya Avrupa için bunun anlamı şudur:

AB, ABD'nin sahip olduğu güce sahip olmalıdır; diğer bütün devletlerden üstün olmalıdır; bütün uluslararası ilişkileri unila-teral (tek taraflı, kendine göre) şekillendirecek güçte ve yetenekte olmalıdır.

Bugün dünya ABD tarafından yeniden paylaşılıyor. ABD, hegemon güç olarak belirleyici konumda. Bundan AB'nin stratejistleri şu sonucu çıkartıyorlar: Varlığımızı hissetmesi ve dünyanın yeniden paylaşımında hesaba katılmamız gereken güç olduğumuzu anlaması için en azından ABD kadar güçlü olmalıyız.

AB, Türkiye'nin üyeliğine bu düşünceler açısından bakmaktadır. Bu nedenle eski Alman Dışişleri Bakanı Fischer'e göre Türkiye'ye, "21. yüzyılın devletler sisteminde" Avrupa'nın henüz sahip olmadığı "kıtasal boyuta" sahip olması için yardımcı olma görevi düşmektedir. AB'nin çıkarlarını gerçekleştirmesinde Türkiye'ye bahsettiğimiz üçgende anahtar rol verilmektedir.

Truva atı korkusu:

Fransa-Almanya ikilisinin korkusu, hakimiyet sürdürdükleri, kendi çıkarlarına göre yönlendirdikleri AB'ye Türkiye'nin dahil edilmesinin tehlike oluşturup oluşturmayacağı noktasında; Türkiye'nin, ABD'nin, AB içinde bir uzantısı olup olmayacağı noktasında düğümlenmektedir.

Türkiye'ye "imtiyazlı ortaklık" verelim diyenlerin önde gelenlerinden CSU başkanı Stoiber, Türkiye'nin tam üyeliğinin Avrupa vizyonunu tahrip edeceğinden, bu durumda Avrupa'nın siyasal gücü olmayan bir serbest ticaret alanına dönüşeceğinden bahsediyor.

Türkiye'ye "imtiyazlı ortaklık" verelim diyenlerin (Almanya'da Merkel, Schäuble, Stoiber ve diğer Avrupa ülkelerinde bu muhafazakar partiyle siyasi ortak anlayışta olanlar) kafaları, Türkiye'nin üyeliği durumunda AB'nin, ABD aleyhine güçlenip güçlenmeyeceği konusunda; Türkiye'nin ABD adına AB içinde truva atı rolü üstlenip üstlenmeyeceği konusunda; Türkiye üzerinden ABD'nin AB içinde stratejik amaçlarını gerçekleştirmek isteyip istemeyeceği konusunda açık değil.

Bu nedenle "imtiyazlı ortaklık" görüşünde olanlar, Türkiye'nin de dahil olduğu bir AB yerine, güçlendirilmiş ve geriye kalan bütün Avrupa üzerinde nüfuz sahibi olan bir Alman-Fransız önderliğinden yanalar.

İlk görüşmelerin başladığı 1963'ten bu yana Türk burjuvazisi, o zamanki AT'ın, AET'in ve şimdiki adıyla AB'nin kapısını aşındırdı. Yaklaşık 40 sene bekleme odasında beklemekten yorulmadı, Helsinki zirvesine (Aralık 1999) kadar beklemeyi sorun bile yapmadı. Helsinki zirvesinde sonuç alamazsa ilişkileri gözden geçireceğini söyleyen Türk burjuvazisi, yeniden bekletme taktiğiyle karşı karşıya kalınca kükremiş ve aynı zamanda da küsmüştü. Böylece AB, Türk burjuvazisinin bekleme sabrının Helsinki'de sona erdiğini anladı. Türkiye'yi tamamen kaybetme kaygısına kapılan AB, en üst seviyede iki temsilcisini (Solana ve Verheugen) gece yarısı Ankara'ya göndererek durumu kurtardı. Sonunda Helsinki zirvesi AB-Türkiye ilişkilerine yeni bir nitelik verecek adımların atılmasının yolunu açtı. Böylece Türkiye'nin AB'ye girmesinin önü sadece açıldı. "İlerleme Raporu"na bakılarak Türkiye birtakım eksikliklerine rağmen "demokratik" bir ülke olarak ilan edildi. Böylece faşist diktatörlük "demokratik" AB tarafından aklanmış oldu.

"Tavsiye kararı" olarak tanımlanan "İlerleme Raporu", 17 Aralıkta gerçekleştirilen AB liderleri zirvesinde onandı ve 3 Ekim 2005 Türkiye'ye müzakere tarihi olarak verildi.

Her şey istenildiği gibi gelişse dahi, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin 2014'ten önce gerçekleşmeyeceği sürekli açıklanıyor.

Türk burjuvazisi, AB'nin öne sürdüğü bütün kriterleri yerine getirdi. Böylece AB, Türkiye'nin, mevcut durumuyla üyesi olabileceğini açıklamış oldu: Böylece AB, özellikle demokratik haklar konusunda vurgu yapmasına rağmen Türkiye'de işkenceyi, katliamları bir kalemde devlet politikası olmaktan çıkarttı ve son dönemlerde yoğunlaşan linç girişimlerini görmez oldu; AB'ye göre diktatörlük, söz ve düşünce özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmış oldu ve sömürgeci faşist diktatörlük Kürt sorununun çözümünde de gerekli adımları atmış ve sorun sadece uygulamada bazı aksamaların ortadan kaldırılmasından ibaretmiş. Böylece AB, Kürt sorununda sömürgeci faşist rejimden farklı düşünmediğini göstermiştir. Öyle ki, aynen, faşist diktatörlüğün yasaklamalarına uygun bir yol izleyerek, örneğin Almanya, Kürt yurtseverlerinin sesi olan Özgür Politika gazetesini yasaklamış ve bütün materyal varlığına el koymuştur. Açık ki, Kürdistan'ın sömürge statüsünün korunması AB'nin emperyalist ülkelerinin de işine gelmektedir.

Ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi yığınlarının AB'den bekleyeceği hiçbir şey yoktur. AB üyeliği ile demokrasinin geleceği, Kürt ulusunun birtakım ulusal haklarını elde edeceği beklentileri beklenti olarak kalmaya mahkumdur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların hakkı söz konusu olduğunda AB demokratik olsaydı bu hakları mevcut üye ülkelerde rafa kaldırmazdı. Neoliberal saldırıların doğrudan bir ifadesi olarak AB ülkelerinde, özellikle de Almanya, Fransa, B. Britanya gibi emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçi yığınların mücadele sonucu elde etmiş oldukları ekonomik ve demokratik haklara saldırı; emeklilik, sağlık gibi sosyal sistemlerin delik deşik edilmesi; "terörizm" bahanesiyle gerici, faşizan yasaların çıkartılması, ırkçılığın, şovenizmin körüklenmesi, faşist partilerin önünün açılması gerçekliğini göz önünde tutarsak, bütün bunları yapan AB'nin Türkiye söz konusu olduğunda demokrasi getireceğine, refah getireceğine inanmak veya sanmak, çıplak aptallıktan ve ülkemizde işçi sınıfını, emekçi yığınları ve Kürt ulusunu aldatmaya çalışmaktan başka ne anlama gelir.

Görevimiz böylesi beklentilerle AB üyeliğine umutla bakmak değil, ona karşı mücadele etmektir. Geleceğini şu veya bu emperyalist güçle ittifakta arayan hakim sınıflar, yedeklediği birtakım reformistler ve satın aldığı kalemşorlar vasıtasıyla Amerikancılık veya Avrupacılık hayali yaymaya devam ediyorlar. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele bu ham hayalleri de yıkma mücadelesi olarak kavranmalıdır.

AB'ye üyelik konusunda aynı cephede yer alan reformistlerin, hükümetin ve kapitalist sınıfın yaydığı hayallerin aksine kurtuluş AB'de değildir. AB üyeliği Türkiye'ye demokrasi, iş olanakları, refah getirmeyecektir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da ulusal ve sosyal kurtuluş ancak ve ancak devrimle elde edilebilir. Bu nedenle çözüm, AB'de değil, devrimdedir.

Türkiye'nin AB'ye üye olmasının Kopenhag Siyasi Kriterlerini, AB emperyalistlerinin bu siyasi kriterlerini yerine getirip getirmemesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu bir aldatmacadır.

Türkiye'ye üyelik müzakeresi tarihinin (3 Ekim 2005) verilmesi, üyeliğin garanti altına alınması anlamına gelmiyor. AB, herhangi bir nedenden dolayı müzakereleri askıya alacağını açıkladı. Ve verilen müzakere tarihinin askıya alınması için anayasanın bazı ülke-lerde reddedilmesi ve Kıbrıs sorunu öne sürülüyor. Örneğin, 11 Ağustos 2005 tarihli Sabah gazetesinde konuya ilişkin olarak şöyle deniyor:

"Fırsatçı Chirac

Üyelik müzakerelerine başlama tarihi olan 3 Ekim yaklaşırken Avrupa Birliği'nde (AB) Türkiye tartışmaları yeniden gündeme oturdu. Önce Fransa Başbakanı Dominique de Villepin "Türkiye, AB üyelerinden birini tanımazsa üyeliği düşünülemez" dedi. Ardından Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Rum lider Papadopulos'a gönderdiği mektupta "Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanımazsa tam üyelik görüşmelerine başlayamayacak" güvencesi verdi. Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen de, "Türkiye'nin AB tam üyeliğinin yeniden tartışılması gerektiğini" savundu.

'KIBRIS'I KULLANIYORLAR'

İki gün içinde yapılan Türkiye açıklamaları karmaşasında, AB-Türkiye Karma Parlamento (KPK) Eşbaşkanı Joost Lagendijk'e sorduk. "17 Aralık kararından dönülemez" diyen ve Chirac'ı fırsatçılıkla suçlayan Lagendijk SABAH'a şöyle konuştu: 17 Aralık kararı alınırken, ismi geçen bütün liderler oradaydı. Chirac da. Şimdi fırsatçılık yapıyor. Bu tutum kabul edilemez. Türkiye tartışmaları beklenen bir gelişme. Türkiye karşıtları fırsatları değerlendiriyor. Önce anayasanın reddedildiği referandumlardı. Şimdi de Kıbrıs'ın tanınmasını kullanıyorlar. 17 Aralık'ta AB dönem başkanı olan Hollanda'nın Başbakanı Balkenende, ek protokolü imzalamanın Kıbrıs'ı tanıma anlamına gelmediğini söyledi. Uluslararası basın mensupları defalarca bunu sordu. Balkenende de çok net ve açık bir şekilde ek protokol ile Kıbrıs'ı tanımanın iki ayrı konu olduğunu tekrarladı..."

Gerçekten de 3 Ekim yaklaşırken AB ülkeleri arasında Türkiye'nin üyeliği, 3 Ekim itibariyle de üyelik müzakerelerinin başlatılması konusunda patlak veren kriz, Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik'in, son anda, Hırvatistan ile tam üyelik görüşmelerine başlanılmasını AB'ye kabul ettirmesinden sonra, ''ortak hedefimiz tam üyeliktir'' açıklamasını yapmasıyla şimdilik aşılmış gözükü-yor. Yarın da başka bir neden bulabilirler. AB'nin önde gelen emperyalist ülkeleri için; daha doğrusu AB'yi yönlendiren Almanya-Fransa ikilisi için önemli olan Türkiye'nin AB politikalarına koşulmakta ne derece olgunlaşacağı ve ABD'ye ne derece mesafeli yaklaşacağıdır.

Bu türden açıklamalarıyla AB, Türkiye, bölge ve dünya politikalarında AB'nin çıkarlarına uygun düşmeyen adımlar atarsa; ısrarla Amerikan emperyalizminin yanında yer alırsa, biz de üyeliğini düşünürüz mesajını veriyor.

Türkiye-AB ilişkilerinin üyelik müza-kereleri için tarih vermeye kadar ilerlemesi, Türkiye ve bölge üzerindeki AB-ABD rekabetinin boyutlarını da gösterir. AB, tamamen kendine bağımlı bir Türkiye istiyor ve Türkiye'yi tamamen kendine bağımlı yapana kadar da müzakere sürecini uzatacak. ABD ise böyle bir "müttefik"ini kaybetmemek için elinden geleni yapacaktır. Amerikan emperyalizmi, AB içinde İngiltere gibi yeni bir truva atına daha ihtiyaç duyuyor. AB'yi dünya politikasında güçsüz bırakmak ve ortak bir dış politika oluşturmasını engellemek için buna ihtiyacı var. Bu nedenle de Türkiye'nin, AB üyeliğini destekliyor. ABD'nin, Türkiye'nin AB üyeliğini niçin desteklediğini AB'li emperyalistler de çok iyi biliyorlar.

Türkiye'nin, AB'ye tam üye olması veya olmaması, bir bütün olarak AB-Türkiye iliş-kilerinin seyri, AB-ABD arasındaki rekabetin seyrine ve bu süreçte Türkiye'nin ne tarafta yer alacağına bağlıdır.

Türkiye'nin üyelik serüveni AB-ABD arasındaki rekabetin nihai şekillenmesine, belli bir müttefikleşmeye, soğuk savaşın beraberinde getirdiği zoraki müttefiklik kurumlarının da -örneğin NATO- ayrışmasına kadar sürebilir. Üyelik sürecini uzatmak için neden bulmak zor değildir.

Hem ABD hem de AB, bölgede nüfuz sahibi olabilmek için Türkiye'nin dışlanamayacağını görüyorlar.

ABD ve AB'nin Türkiye ile bugünkü iliş-kileri, çıkarlarından dolayı dışlayamayacakları bir güçle ilişki özelliğini taşıyor. Her iki emperyalist rekabet merkezi, bu gücü kendisi için kazanmaya çalışıyor. Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi sürüyor. Ama onlar da biliyor ki, Türkiye, derinliği, dinamiği olan, iktisadi olarak dünyanın en güçlü 20 ülkesinden birisi. Bu gücü ve askeri potansiyeliyle bir bölgesel güç; emperyalistleşme hevesinde olan, bu yönde adımlar atan bir güç. AB içinde böyle bir güç, AB'nin bütün dengelerini alt üst eder. Yukarıda belirttiğimiz gibi AB'nin önde gelen ülkelerinin özellikle de Almanya'nın korkusu budur.

Ne Yapmalı?

AB ülkelerinde, biçimlenişi ne denli farklı olursa olsun içerikleri aynı olan neoliberal politikalarla burjuvazi, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara saldırıyor; mücadeleler sonucu elde edilmiş ekonomik ve sosyal hakları iç ediyor, ülkenin maddi zenginliklerini sermayenin hizmetine sunuyor. AB ülkelerinin hemen hepsinde gündemde olan bu türden saldırılar, bu saldırılara karşı direnişin ortak örgütlenmesini gerekli ve kaçınılmaz kılıyor. AB ülkelerinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların ulusal çaptaki mücadelelerinin ortak örgütlemesinin maddi koşulları vardır. Tabii bununla Avrupa Sosyal Forumu gibi bir örgütlenme ve mücadele anlayışını kastetmiyoruz. Keza bununla Troçkistlerin savunduğu "birleşik sosyalist Avrupa devletleri" için mücadeleyi de savunmuyoruz.

Avrupa Sosyal Forumu, "sosyal devleti" canlandırma veya "sosyal devlet" dönemine dönme mücadelesi verirken, Troçkistler bu sosyal forum veya sosyal hareketler üzerinden antikapitalist devrimlerini gerçekleştirerek "birleşik sosyalist Avrupa devletleri"ni kurmayı amaçlıyorlar. Böyle bir devrimin nasıl gerçekleştirileceği konusunda bir şey söylemiyorlar.

AB ülkelerinde işçi sınıfının öncelikli görevi "Avrupa Birleşik Devletleri" için mücadele etmek değildir. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar öncelikle kendi burjuvazilerine karşı mücadele etmekle karşı karşıyalar. Ulusal siyasal olarak örgütsüz olan işçi sınıfı, AB, "sosyal devlet" veya "sosyal Avrupa" ve "birleşik sosyalist Avrupa devletleri" savunucuları Troçkistler karşısında yenilmeye mahkumdur. Bu karşı devrimci güçlere karşı mücadelenin yegane aracı, sosyalist devrim için işçi ve emekçi yığınları örgütlemektir ki, bu da her bir ülkede komünist güçlerin siyasal (parti) olarak örgütlenmesinden geçer. Bu ön koşul yerine getirilmeksizin "yegane alternatif sosyalizmdir" sloganı bir ajitasyon sloganı olmaktan öteye geçmez.

Komünist güçlerin örgütlülüğü; komünist parti sorununda AB ülkelerinde içler acısı bir durumla karşı karşıyayız. Bu gerçekliği gö-rerek hareket edilmelidir. Ama bu, "ne yapalım, böyle bir parti yok, bizim de yapacağımız bir şey yok" anlamında yorumlanmamalıdır. Bu da teslimiyetin başka bir biçimi olur. Komünist güçler, var oldukları her yerde ve alanda sosyal hareket içinde olmalılar; toplumsal muhalefeti yönlendir-meye, devrimcileştirmeye çalışmalılar. İlerici, devrimci kesimlerle ortak hareket etmeye ve onları sosyalist devrim için etkilemeye çalışmalılar. Ancak böyle hareket edildiğinde işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla ilişkiler kurulabilir ve toplumsal muhalefette söz sahibi olu-nabilir.

Her bir ülkede işçi sınıfı güçlerini siyasal olarak birleştirmek ve örgütlemek o ülke komünistlerinin olmazsa olmaz görevidir. Ancak bu görev yerine getirildikten sonra AB çapında mücadelenin sosyalizm perspektifiyle örgütlenmesinin ve sürdürülmesinin maddi koşulları oluşmuş olur.